»»-(¯`v´¯)-» İslami Dini ve Türk Tarihi »»-(¯`v´¯)-» > Hz.Muhammed S.a.v

Peygamber efendimizin aynaları ;

(1/4) > >>

Gülzâre:
Bir Bilal Vardı


Her sabah acı ile yattıkları yerden büyük ümitlerle doğruluyordu insanlar. Gözler ufka çevrilmiş, belli belirsiz bakışlar hep bir şey arıyordu. Umutlarla ufka bakıyor, güneşin doğuşu gibi rahmeti bekliyordu insanlar. Kalpler iştiyak içindeydi. Beklemek kaderleriydi. O kadar yürekten isteyince beklenen de bir gün gelecekti. Duaya durmuştu kalpler. Güç ve kuvvet sahibi zalimlerin elinde inliyordu masumlar. Zulüm her yerde kol geziyordu, ortalığı kasıp kavuruyordu. Bugünden de beter bir durum vardı.

Tam bir insanlık dramı yaşanıyordu. İşte bu vahşi manzarayı değiştirmek, insanileştirmek gerekiyordu. Bunun için gönderilmişti o yüce insan Hz Muhammed. Beklenen güneş doğmuştu. İnsanları barışa esenliğe çıkarmak için. Kısa zamanda dünyanın şeklini değiştirdi bu eşsiz insan. Yaşanmakta olan bu korkunç tabloyu birden rahmet ve şefkat ortamına çevirdi. Bir mucizeydi bu. Herkes görüyordu, yaşıyordu.

İnsanlar, eşyalar, tüm yaratılmışlar birbirini kardeş buldular. Niçin yaratıldıklarını anladılar. Dünyaya geliş gayelerinin ne olduğunu O’ndan öğrendiler. En yüce hedeflere ve ideallere yükseldiler. Yerde sürünmekten kurtuldu hayatlar. Bir bir kanatlandılar. Çünkü o rahmet Peygamberiydi… Yoksullar, açlar, yardıma muhtaçlar, yediden yetmişe tüm insanlar hep O’nun davetine koştular. Yıllardır aç susuz bırakılmış, mukaddesatları çiğnenmiş insanlar O’na koşuyorlardı bir bir. Tek bir ses duyuluyordu Mekke ufuklarında. Hakk’a ve hakikate doğru yürüyen bu yüreklerden tek bir ses yükseliyordu: Allahuekber, Allahuekber…

İnançları, kalplerinde atıyordu. Bu coşku engel tanımıyor, dalga dalga yayılıyordu. Kalpler Sevgilisine koşuyor, kavuşuyordu. Çok bir şey değildi insanların istedikleri aslında. Merhametti, anlayıştı, sevgiydi sadece. Onu da bulmuşlardı. Sevgililerine, şefkat ve rahmet Peygamberlerine kavuşmuşlardı çok şükür. Kureyş’in büyükleri zalimleri şaşıyorlardı bu duruma. Şaşıyordu kölelerin efendileri. Ne oldu diyorlardı bunlara, ne oldu bu insanlara birer birer bizleri terk ediyorlar? Bir türlü akılları almıyordu. Çünkü yüreklerine iman düşmemişti, hidayet nimetinden nasipleri yoktu henüz.

Miladi 7. asrın başlarında Ortadoğu böyleydi, Asya, Avrupa böyleydi. Dünya böyleydi işte. Tarihler söylüyor, “Karanlık mı karanlık bir çağ yaşanıyordu” diye.

Mekke de böyleydi. İşte böyle bir zamanda dünyaya bir güneş ama canlı bir güneş doğdu. Karanlıklar aydınlandı. Mekke’de İslam’ın ışığı ile aydınlanmış onlarca insan vardı şimdi. Bunlar ilklerdi. Bütün dünyaya kokularını saçacak çiçeklerdi. İman tohumu düşmüştü artık yüreklere. Onlardan biri de Bilal’di. Habeşli köle, zenci Bilal imanın ışığı ile yanmış, aydınlanmıştı. Pırıl pırıl bembeyaz bir yürek vardı. Zulmün karşısında susmayan, haykırandı. Habeşli bir Bilal vardı. Yüzyıllar sonra bile hâlâ çocuklarımıza onun adını verdiğimiz Bilal vardı.

Köleydi Bilal. Efendisi Umeyye bin Halef, şirkin kararttığı bu çirkin kalpli adam kölesinin gönlündeki aydınlığı, iman ışığını sezmişti. Öfkesinden deli divane olmuş, küplere binmişti. Nasıl olurdu? Kendisinin izni olmadan efendisine sormadan köle Bilal, zenci Bilal nasıl olurdu da putları terk eder İslâm’ı seçerdi? Hesap vermeliydi… Duramıyordu yerinde.

Çöl güneşinin alev alev yaktığı o Mekke gündüzünün öğle sıcağında yanan kumların üzerine Bilal’in, o temiz yürekli siyah tenli insanın çıplak vücudu gömülecekti. Gömülmekle de kalmayacak, üzerine kalkamayacağı kadar bir ağırlıkta koca taşlar dizilecekti. Böyle düşünüyordu zalim efendi Umeyye bin Halef ve düşündüğünü uygularken de en küçük bir acıma duygusu hissetmiyordu içinde.

Bir insanın tahammül hudutlarını çoktan aşan dayanılmaz işkenceler altında yanan Bilal’in dudaklarından tek bir kelime duyuluyordu… Ehad… Ehad… Ehad… Yani; Allah bir… Allah bir… Allah bir…

İşkenceler ağırlaşıyordu ama Bilal’in cevabı asla değişmiyordu. Artıyordu işkenceler… Saatler geçiyor fakat cevap yine değişmiyordu. Bilal sadece “Ehad… Ehad… Ehad…” diyordu. Işıktan mahrum Umeyye bin Halef, o incisiz sadef, o kararmış kalp işkence üzerine işkence deniyordu. Bilal’in cevabı değişmiyordu.

Bilal bu kelimeleri öylesine içten söylüyor ve Yaradanına emanet ediyordu ki çöllerin her bir kum tanesinin arasına gömülüyordu başka da gizleyecek yer yoktu. Şahidi kumlardı. Bir Allah bir de meleklerdi.

Göğsünün üzerindeki taş o her Ehad deyişte şahit oluyordu. Dersini almıştı Bilal. Laf olsun diye öylesine Ehad demiyordu. Bilerek söylüyordu, inanarak söylüyordu. Ehadiyetin cilvesine mazhardı. Her bir şeyde Halık-ı külli şey’in birçok isminin tecellisini tek tek görüyordu. Bilal’in kalbi ayna olmuş güneşi gösteriyordu. Onun için Bilal Ehad diyordu. Bilal kalbinde tecelli eden esmayı okuyordu, Ehadiyyeti gösteriyordu. Allah birdi. Vahid-i Ehad’di.

Bütün kâinatta taşınan isimlerin cilvesine mazhar bir kalpti bu mahiyetiyle. Bilal kalp aynasında tecelli eden Ehadiyeti okuyor, haykırıyordu. Rahmanın iltifatını hissediyordu üzerinde. Taş da baş da, kuru da yaş da O’nundu. Konuşan dil de atan kalp de Allah’ındı. Bilal Allah’ın isimlerini haykırıyordu. Ehad’i duymaya tahammül edemiyordular.

Kaç saat, kaç gün sürdü, kim bilir kaç gece, kaç kez tekrarlandı bu işkence. Kimsenin bir şey bildiği yoktu, Bilal de unutmuştu, unutulmuştu ama Allah unutmamıştı. Tarihler hakkında kayıt düşmüştü Bilal için. İnancı, dini üzere ısrarlı, değişmez, gönülden bağlı bir insan, diye.

Umeyye’nin çıldırdığı, kudurduğu, Bilal’in yine Ehad… Ehad… Ehad… diye soluduğu bir gündü. İlk inananlardan biri Ebabekir göründü. Müslümanların, inananların derdinin, ihtiyacının karşılayıcısı, Hz Peygamberin dava arkadaşı, gönül dostu. Umeyye’ye laf anlatmak kolay değildi. Kaskatı kalbine bir şeyin etki etmesi imkânsızdı ama herkesin bir açık kapısı vardı. Belki kesesi kursağı laf anlardı.

“Satar mısın” dedi Hz Ebabekir “bu köleyi bana?”

“7 ukiyye verirsen olur ” dedi Umeyye.

Ebabekir:

“Salıver Bilal’i, gel al paranı” dedi.

Yaralı ve bitkindi vücudu ama dipdiriydi kalbi Bilal’in. Dilinde Ehad kelimeleri ile yattığı yerden doğruldu, yeniden dirilmiş gibi kalktı Bilal. Halsizdi ama şimdi yepyeni bir dünyanın eşiğindeydi. Ebabekir büyük bir nezaketle “Artık Allah için hürsün Bilal” dedi. Bilal: “Allah mükâfatınızı kat kat versin” dedi ona. Hz. Ömer bu olayı hiç unutmaz sık sık hatırlatırdı sahabelere. “Efendimiz seyyidimiz Bilal, seyyidimiz Ebabekir’in hasenatındandır. Sevabındandır, iyiliğindendir,” derdi.

Bilal putlaşmış nefisler adına kurban edilecekti güya ama bakın ki işe, Bilal’i öldürmek istedikleri yerde Bilal dirilmişti. Bilal’i Ehad diriltmişti. Allah birdi, güçlüydü, kuvvetliydi. Bilirdi kimin ne derdi var, kim ne zaman ne şekilde kurtulacak, kim nasıl selamete ve huzura kavuşacak bilirdi O. Bilal Ehad dedikçe ufuklar şahit tutuldu, melekler yazdı bu kelimeleri, unutulmadı. Ehad dedikçe yardımcılar Allah’ın inayeti altında kol kanat gerdi onun için. Bilal acılar içinde kıvranırken bile acıyordu kafirlere. Çünkü o acıyı bedeninde hissetmeyen, ruhunda hiç duymayan biriydi O. Gerçek acının ne olduğunu biliyordu. Kendisine işkence edenlerin Allah’tan uzak kalan kalplerin, hidayet ve imandan uzakta kalan nasipsizlerin daha beter bir çölde, katılaşmış taştan da beter olan kalplerinin ağırlığı altında, cehennemden beter bir ateşte alev alev yandığını biliyordu, hissediyordu Bilal.

Bilal dipdiriydi. Bilal ölmemişti. Bilal Habeşliydi. Ama hicret emri gelmesine rağmen Habeşistan’a hicret etmemişti. Mekke’de kalmayı tercih etmişti. Bu nokta ve bu incelik üzerinde durulmaya değer. Tarihçilere bırakıyoruz onu. Bilal şimdi sevinçliydi, neşeliydi. Çünkü muhacirler arasında Medine’de Hz. Peygamberin yanındaydı, sevdiği ile beraberdi. O’nun doyum olmaz hizmetindeydi, emrindeydi.

Hicretin üzerinden sekiz ay geçmişti ki, bir gün O Sevgilinin (s.a.v.) emri ile kendini Mescid-i Nebevi’nin yakınındaki evin damında bulacaktı. Şimdi yanık ve tiz sesiyle tüm kâinata sesleniyordu Bilal. Allahuekber… Allahuekber… Müezzin olmuştu, ezan okuyordu Bilal. Mekke kumlarına soluk soluğa gömdüğü, emanet ettiği Ehad kelimelerini tek tek çıkarıyordu oradan, Allaha emanet ettiği yerden. Ehadleri şimdi Ekbere çeviriyordu. O günkü anlı şanlı direnişinin mükâfatını görüyordu ve en yüksek perdeden var gücüyle sesleniyordu Bilal. Allahuekber… Allahuekber…

Resulullah’ın yanındaydı, O’nu gölgesi gibi izledi hep. Resulullah imamdı, önderdi, Bilal de müezzindi hep. Çünkü o seyyidül müezzinin’di, efendisiydi ezan okuyanların. Onun davetine ancak mümin olan icabet ederdi. Bilal’in, Medine’de okuduğu ilk ezana, bir gün bir başka mekânda ama aynı heyecanla bir ezan daha ekleyecekti Allah. O gün de gelmişti nihayet. Mekke fethedilmişti işte o gün. Kabe’deki putlar;

“Hak geldi batıl yok oldu” (İsra suresi – 81)

İlâhi fermanı ve emri ile yerlere serilmişti. Kabe bir gusül almıştı, putlardan temizlenmişti. Tertemizdi Allah’ın evi artık. Şimdi sıra İslam’ın o yüce hâkimiyetinin Mekke ufuklarına ilanına gelmişti. Bilal hazırdı. Kabe’nin üzerine çıktı, pırıl pırıldı. Gözünde bir kaç damla yaş vardı. Hayali 10 sene öncesine gitmişti. İşkenceden, ezadan, cefadan inlediği günlere gitmişti. Bütün heyecan ve aşkı ile yıllar önce Mekke kumlarına gömdüğü o mübarek kelimeleri, Ehadleri tek tek topluyordu. Bir tek solukta topladığı bütün Ehadleri Allahuekbere çevirip söylemek istiyordu. Ve birden Allahuekber… Allahuekber… nidalarıyla inledi ortalık. Mekkenin dağlarını duvarlarını çınlattı bu ses. İnananların kalplerini coşturdu, meleklerin bile takdirine mazhar oldu bu ses. Artık kıyamete kadar Mekke ufkundan her yere, bütün kâinata yankılanıp duracaktı. Mekke’nin müşrikleri Habeşli Bilal’i Kabe’nin üzerinde ezan okurken görünce hayıflandılar kendilerince: “Yazıklar olsun bize şu köleler kadar olamadık.” dediler. “Onlar nelere erdi ne muradlara erişti, biz ise nerelerde kaldık,” diye esefle yakındılar, gafletlerine yandılar, neleri kaybettiklerine hayıflandılar.

Ama bir gün de Bilal yanacaktı. İmamını, Sevgilisini, ona ilk defa işaret edip “ezanı oku” diyeni kaybettiğine yanacaktı ve günlerce ılık ılık ama hiç kesintisiz ağlayacaktı Bilal. O’nun ardından yapamayacaktı Medine’de. Hz Peygamber Efendimizin defninden sonra bir daha Bilal ezan okumadı, okuyamayacaktı. Onun sevgi dolu yufka yüreği Hz. Peygamberin ayrılığına dayanamadı. Duramazdı Medine’de de. Her karede her adımda hatırasını yaşadığı Sevgilisinin yaşamadığı beldede. Allah düşmanlarının akıl almaz her türlü işkencelerine dayanmıştı bu yürek. İzin verilmiş olmasına rağmen asla söylememişti müşriklerin istediklerini. Sonuna kadar dayanmıştı. Son zerresine kadar…

İşte o Bilal şimdi dayanamıyordu, bütün direncini kaybetmişti Hz Peygamberin ardından. Yürek susmuştu, bütün insanlık için atan o büyük yürek susmuştu. Bilal de susmuştu, hamuştu. Hz Ebubekir halife olunca da müezzinlikten affını istedi. Halife kabul etmedi ama o yapamadı. Ona: “Eğer beni kendin için satın alıp azad ettiysen burada tut, yok Allah için hürriyetime kavuşturduysan bırak beni Şam’a gideyim. Peygamberimden öğrendiklerimi öğreteyim, dini anlatayım, bu uğurdu cihad edeyim oralarda.” Halife Ebabekir izin verdi, ona başarı diledi. Helalleştiler ve gönderdi Bilal’i. Şam’da kaldığı yıllar içinde de bütün ricaları cevapsız bıraktı. Bir gün olsun ezan okumadı. Ama bir gün kendisini ziyaret eden Şam’a teşrif eden Hz Ömer’i kıramadı. Ömer kırılmazdı ki, kırılacak insan değildi. Zordu Bilal için ama Resulullah’ın hatırı vardı. Onun en yakın arkadaşıydı Ömeri kıramazdı.

Bir kere daha o özlenen ezanını okumaya başladı ve tüm kâinat sustu o sesi dinledi.

“Eşhedü enne muhammeden Resulullah…” cümlesini söylemeye sıra geldiğinde zenci Bilal’in o pırıl pırıl yüreği dayanamadı buna. Tutamadı kendini. Yığıldı kaldı oralarda. Onun hayatında en çok ağladığı gün o gün olmuştu. Müminler de onunla birlikte o gün doya doya ağladılar.

Bir başka gün de gördüğü rüya üzerine Medine’ye Hz Peygamberi ziyarete gelmişti. Hz Peygamberin göz bebekleri sevgili torunları Hz Hasan ve Hüseyin ile karşılaştı yolda. Onları hasretle kucakladı, öptü. Hz Hasan ve Hüseyin;

“Ey Bilal ezanına hasret kaldık” dediler. “Ne olur bir kere okuyuver. Ne olur kırma bizi.” Önce yapamam dedi Bilal ama kıramazdı onları. Bunu da hiç yapamazdı. “Resulullah’ın torunlarısınız, göz bebeklerisiniz siz. Sizin ricanız onun ricasıdır benim için, kıramam sizi” dedi.

Yıllar sonra Medine’de son bir kere daha ezan okudu Bilal. Onun o unutulmaz sesini özlemiş olan Medineliler ezanına hasret kalan Medineliler duyunca birden Resulullahın tekrar dirilip, kabrinden kalkıp, aralarına döndüğünü sandılar. Bir tuhaf oldular. Mescide koşuştular. Şaşırdılar, heyecanlandılar. Bilal’i görüp ezanı duyunca oturup ağlaştılar sevinçten. O günleri andılar. Tekrar yaşadılar. Hz Peygamberle ne yaşamışlarsa tek tek yaşadıklarını hatırladılar o gün. Bilal’in Ehad’dan Ekbere ulaşan o güzel sesi bir gün geldi, sustu. Ehadine, Ekberine kavuştu. Yakınları ağlarken yanında, o gülüyordu. Başında eşi haline bakıp “ne kadar da kötü”, derken o “ne kadar da iyi, Sevgilime ve dostlarıma kavuşacağım,” diyordu. Hayatı ezan-ı Muhammedi’nin terennümü ile geçmiş, son yılları Hz Peygamberin hasretiyle ve sevgisiyle pişmiş olan Bilal şimdi son nefesinde o Sevgili dostuna kavuşmanın sevinci ile dipdiriydi.

Aradan bunca zaman geçmesine rağmen şimdi artık okunan her ezanda, o vardı biraz da. Onun sesi canlanıyordu artık. Hele sabah ezanlarında “essalatu hayrun minen nevm” “namaz uykudan hayırlıdır” demek olan ilavesi Bilal’in hatırasıydı ama Hz Peygamberin tasvibinden geçmiş, Onun nurunu almış bir ilaveydi bu.

Ey sevgili Bilal, Habeşli Bilal. Sesini Ehadden Ekbere yükselten, Mekke ufuklarını çınlatan, kâinatı inleten, ezanını meleklere dinleten varlıkları heyecana getiren, eşyayı dillendiren, vahdetten kesrete ulaşan, kesretten vahdete ulaşan, ta Habeşistan’dan kalkıp rızkını Mekke de Medine’de arayan, hidayete ulaşan sevgili Bilal. Ezanlarını duyuyoruz günde beş vakit, seni dinliyoruz, amenna diyoruz. Resulullahın davetini evrene ulaştıran, ileten Bilal. O güzel ezanların ve okuyuşların için, uyanık kaldığın gün ve gecelerin, işkencelerin için, onca çektiğin eza ve sıkıntıların için, seni şerefle anıyoruz.

Ezanın insanları namaza davet olmadığını anlıyoruz. Kainat sarayında bütün mevcudata karşı onun mahlukat namına tevhidin ilanı olduğunu biliyoruz. Günde beş vakit senden bu dersi alıyoruz. Bize ulaştırdığın ve dünyamıza taşıdığın bu yüce manalar için sana binler rahmet duaları gönderiyoruz okuduğun ezanlarla beraber her mekandan ve her zamandan. Sevgiline kavuştun, O’nun yanındasın şimdi. Huzur içinde kal, bizim için de dua buyur. Hz Ömer’i Hz Hasan ve Hüseyin’i kırmadığın gibi bir gün de bizim için ne olur bir ezan oku. Rüyamıza gir, kokunu sal ötelerden. Sesinden duyalım bir kez olsun ezanını, biz de ağlaşalım. Bu hatıraları çok görme, biz de yaşayalım. Ne olur bizi de kırma. Onlarla ol bizim için de dua et. Her ezanda adını kokunu duyuyoruz. Bize ne güzel bir hatıra bıraktın. Seninle şeref duyuyoruz. Ruhuna rahmet duası olsun. Her dilden her gönülden…

Selim Gündüzalp

Gülzâre:
Ebu Hureyre: Güneşin Kulluğundan Rahmanın Kulluğuna


Tarih künyeleriyle tanıyor onu. İsmi lakaplarına yenilenlerden o. Farklı zamanların mühürlerini vuran iki adı var: “Güneşin Kulu” ve “Rahman’ın Kulu”. Cahiliye döneminde ismi “Güneşin Kulu-Abduşşems”, lakabı “Kediciğin Babası-Ebu Hureyre”. Hz. Peygamber ona lakabıyla hitap etmeye devam etmiş, ancak Müslüman olduktan sonra ismini “Rahman’ın Kulu-Abdurrahman” olarak değiştirmişti. Bu geniş omuzlu, kızıl sakallı, siyah sarıklı esmer adama çocukluğunda çobanlık yaparken küçük kedisiyle oynamayı sevdiği, onu kollarında gezdirdiği için verilmişti lakabı. Merhamet ve sevgi, Nebî’nin dudaklarında yeni bir anlam libasına dönüşmüş, Abdurrahman b. Sahr’a giydirilen bu sevimli giysi ona çok yakışmıştı. Hayber’in fethi sırasında Yemen’de Müslüman olup Medine’ye hicret eden Ebu Hureyre,  Kâinat Güneşi’nin yörüngesine girerek ölene kadar O’nun çekim alanında kalmış, hafızasıyla sırladığı aynasıyla o nuru gelecek zamanlara yansıtmıştı. Üç yıl boyunca savaşta, barışta, evde,  çölde, yolculukta, ikamette ve hacda hep O’nun yanındaydı. “Suffe Ehli” denen o 70 muhteşem yoksulun en bilgini, makamca en üstünüydü. Hz. Peygamber’i büyük bir sevgiyle seviyor, O’na olan yakınlığının yeryüzünün bütün nimetlerinden daha hayırlı olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden sünnet-i seniyyeye sıkı sıkı sarılıyor, takvanın sınırlarını bu muhabbet haritasıyla belirliyordu. İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın bu haritanın hayat veren nehirlerinden biri olduğuna inanan Ebu Hureyre, bu coşkun nehre zenginlerin sed çekmesine izin vermiyor, hakkı kaim kılmak için zenginle fakir arasında bir ayrım gözetmiyordu.

İlme olan düşkünlüğü onu Hz. Peygamber’in katında ayrıcalıklı kılıyor, iltifatın en kıymetlisiyle taçlandırıyordu. “Senden önce bana kimse bu soruyu sormamıştı!” diyen Hz. Peygamber’in yüzü aydınlanıyor, kıyamet günü şefaatine nail olacak en mutlu kişileri açıklıyordu: “Bütün kalbiyle ve benliğiyle ‘Lâ ilâhe illallah’ diyenler”. Öte yandan Hz. Peygamber’e olan sevgisini, “Seni görünce mutlu oluyorum! Gözüm gönlüm aydınlanıyor” sözleriyle ifade etmeye çalışan Ebu Hureyre’ye Hz. Peygamber: “İlim Kabı” adını veriyordu. Zira onun nebevî bir duayla sırlanmış güçlü bir hafızası vardı.

Zeyd bin Sâbit’in anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber mescidde bazı sahabilerinin yanına gelmiş, “Her biriniz Allah’tan bir dilekte bulunsun!” buyurmuştu. Zeyd bin Sâbit ve bir başka sahabî dua etmiş, Hz. Peygamber de “Amin” demişti. Sıra Ebu Hureyre’ye gelince “Allah’ım senden iki arkadaşımın istediklerini ayrıca unutulmayan bir ilim dilerim” demiş, Hz. Peygamber de bu duaya “âmin” demişti. Bunun üzerine Zeyd ve diğer arkadaşı, ”Ey Allah’ın Resûlü! Biz de Allah’tan unutulmayan bir ilim isteriz” demişler, Hz. Peygamber gülümseyerek şu cevabı vermişti onlara: “Devsli genç sizden önce davrandı!”

Bir başka rivayete göre “Kediciğin Babası”, Hz. Peygamber’in, “Kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz!” sözünü duyar duymaz cübbesini yere sermiş, o günden sonra Hz. Peygamber’den duyduğu her şeyi aklında tutmuş, unutmamıştı. İlâhî bir sorumlulukla harfi harfine ezberlediği yüzlerce hadis-i şerîfe kendine ait bir sözün karışmaması için, “Bu benim kesemden” diye dikkat çekerdi Ebu Hureyre.

Kulluk bilinci, gündüzlerini oruca, gecelerini namaza ayırmıştı. Yoksulluğu ve Suffe Ehli’nden oluşu evliliğini Hz. Peygamber zamanından sonraya ertelemişse de, bir aile oluşturduktan sonra dahi aynı hassasiyeti eşi ve kızının da dahil olduğu teheccüd şehrâyinleriyle devam ettirmişti.  Nöbetleşe uyanıyorlar, geceyi dilimlere ayırıp namazla aydınlatıyorlardı. Bir lokma ekmek bulamadıkları günlerden sevgiyle söz ediyorlar, öğrendikleri bir âyetin açlıklarını nasıl unutturduğunu anlatıyorlardı. Geceyi üçe ayırırdı Ebu Hureyre: Üçte birinde uyur, üçte birinde namaz kılar, üçte birinde Hz. Peygamber’in hadisleri üzerinde düşünürdü. Evine geldiğinde, yiyecek bir şey olup olmadığını ailesine sorar, ”yok” cevabını aldığında, tebessümünü çürütmeden, “Olsun, ben oruçluyum” derdi. O kadar kanaatkârdı ki; bir avuç hurmayla bütün gününü geçirir, bu nimetin şükrünü eda edebilmek için her vesileyle Allah’ı anardı. Yokluğa rağmen misafiri sever, azığını paylaşmakta tereddüt etmezdi. O günlerde üç cümlelik bir biyografisi vardı: “Yetim büyüdüm. Yoksul olarak hicret ettim. Karın tokluğuna çalışan bir işçiydim.”

İlimde yükseldikten sonra Hz. Peygamber tarafından İslam’ı yayması için Bahreyn’e gönderildi. Daha sonra Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de aynı yerde imamlık, müezzinlik ve valilik gibi görevlerde bulundu, müslümanların meselelerini çözdü, tevazuyla çalıştı. Hoşsohbet ve nüktedandı. Medine valisi Mervan’a vekalet ettiği bir gün, hurma lifinden bir başlığı kafasına geçirip eşeğe binmiş, çarşıda bineğini koşturuyor, karşısına çıkanlara “Yol açın, emir geliyor!” diye bağırıyordu. Çocuklarla oynamaktan, onları sevindirmekten büyük haz alırdı. Geceleri oynadıkları “Karga oyunu”na gizlice katılır, sonunda ayaklarını yere vurarak onları şaşırtır ve güldürürdü. Ebu Rafi’yi davet ettiği akşam yemeğini “Buyurun emirin yemeğinden!” diyerek yağlı suyun içinde kuru ekmek sunmuştu.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Mescid-i Nebevî’de ne zaman hadis rivayet etse gözyaşlarına boğulan Ebu Hureyre ilim ve fedakârlık üzerine bina ettiği dünya hayatını 78 yaşında tamamladı ve Medine’deki Cennetü’l-Bakî’a defnedildi. Bâki kalan onun rivayet ettiği bini aşkın hadis-i şerif oldu. Yüzlerce yıldır dünyanın neresinde bir Müslüman Hz. Peygamber’den bir hadis rivayet etse onun adı da anılıyor: “Ebu Hureyre (r.a)’nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:” sözü milyonlarca dudağı süslüyor.

A. Ali Ural

Gülzâre:
Mus’ab bin Umeyr:Aynaların Önünden Ayna Olmaya


Adımlarıyla yangın çıkartan gencin, kömürden pencerelerinin önünden ne zaman geçeceğini merak ediyor Mekkeli kızlar. Asaletin, ince hattıyla resmettiği yüzünü ne zaman çerçeveleyeceğini sokaklarının. Kokusunu taşıyan rüzgârın bölüşülemediği pazarlarda fiyatlar yükselip duruyor hep. Hep alışverişe gitmeye hazırlanıyor Mus’ab. Hep alışverişten dönüyor. Sahip olduklarıyla sahip olmadıklarını satın alıyor hep. Üzerine titreyen zengin bir anne babaya sahip olmak, sahip olduğu şeyleri çoğaltıyor: Kervancılar en iyi kumaşlarını, en güzel kokularını, en nadir yemişlerini onun için taşıyorlar. Hadremut, onun ayaklarına bir çift ayakkabı yapabilmek için onlarca ceylanı çölden koparmaya hazır. Mus’ab’a yalnız ailesi değil kader de cömertliğini esirgemiyor: Güzel bir yüz, biçimli bir beden, gür ve kıvırcık saçlar, zekâ, akıl, hitabet ve bu harikulade harmanı koruyan soyluluk… Aklı, taşlara tanrı rolü verilmesini yadırgıyor. Taşlar yerli yerine oturunca da bir boşluk çıkıyor ortaya; neyle dolduracağını bilmediği. “Görün bana hakikat!”dese de her gün, hakikat komutla ortaya çıkmıyor. O günlerde “arayanlar”ın yolu ise mutlaka Erkam’ın Evi’ne çıkıyor. Zira Mekke’nin bu esrarengiz evi bir mücevher mahfazası gibi saklıyor hakikati.

Kapıyı bir kölenin açması doğal, peki köleyle efendinin birbirlerine sarılıp ağlaşmaları! Eski bir köle Habbab bin el-Eret, yeni bir kul Mus’ab bin Umeyr! Çünkü açılan kapıdan girdi içeriye ve O’na götürüldü. Çünkü O’nun yüzünü gördü ve dudaklarındaki her kelimenin, hakikatin nadide parçaları olduğunu fark etti birden. Mus’ab hayatının en büyük alışverişini işte o gün gerçekleştirdi. Erkam’ın evinden çıkarken her şeyini bıraktı orada. Bütün elbiseleri eskimiş, bütün ayakkabıları delinmiş, bütün yemişleri çürümüştü. Bütün sevgililere sevgilerini, bütün çiçeklere kokularını geri vermişti. Erkam’ın evinden çıkarken yanında yalnız kalbi vardı. Bir bahar temizliğinin ardından Son Peygamber’in kelimeleriyle boyanan kalbi.

Vücutta öyle bir parça vardı ki o değiştiğinde her şey değişirdi. Böyle diyordu Nebî. O değişti. Her şey değişti Mus’ab’ın hayatında. Öncelikleri göz açıp kapayıncaya kadar yerlerini terk ettiler. Hz. Peygamber’in(sas) yanında olma, namaz ve İslâm’a dâvet doldurdu boşalan yerleri. Osman bin Talha onu çarşılarda ararken namazda bulunca dehşetle koştu ailesine. Annesi Hamne’ye, “Oğlun namaz kılıyor!” dedi büyüyen gözlerle. “Demek namaz kılıyor!” dedi anne bir belaya uğramışçasına. Üzerine titrediği, kendi elleriyle giydirip, güzel kokular sürdüğü oğlu namaz kılıyordu ha! Sözle ikna edilemeyince dininden dönmeye, baba evinin mahzenine hapsedildi Mus’ab. Annesinin ve babasının gardiyanlığında günlerce aç susuz kaldı. Habeşistan yolu görünmüştü kapı aralandığında.

İki kez Habeşistan’a hicret etti; zira değişmemişti Mekke. Yumuşamamıştı siyah kayalar. Fakat güvende olmak da neydi Habeşistan’da, Mekke’deyken Peygamber. Sonunda dayanamayıp döndü yurduna. Burada sözü bırakalım Hz. Ali’nin dudaklarına: “Rasûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Yamalı bir elbise vardı üzerinde. Bu manzara karşısında gözyaşları hücum etti mübarek gözlerine Rasûlullah’ın ve dilinden şu kelimeler döküldü: ‘Kalbini yüce Allah’ın aydınlattığı şu adama bakın! Anne ve babası en iyi yiyecekleri ve içecekleri sunuyordu ona. O Allah için her şeyi terk etti. Allah ve Rasûlü’nün sevgisidir onu bu hale getiren!’”.

Sevgi insana neler yaptırmaz ki! Bütün dünyayı karşısına almak pahasına “Seni kendi nefsimizden üstün tutacağız!” dedirtir insana. İlk Akabe Bîatı’nda Medine’den gelen on iki kişinin bağlılık yeminlerinin ilk cümlesidir bu. Bu bir avuç müslüman, inançlarını kesin sözlerle mühürledikten sonra “Ensar” yani “Yardımcılar” olma şerefini elde etmişler, bununla beraber İslâm’ı öğretecek bir “Yardımcı” daha istemişlerdir Son Peygamber’den. İşte Allah’ın Elçisi’nin gönderdiği elçidir Mus’ab bin Umeyr. Elçiler gönderildiği makamı temsil ederler. Mus’ab, güleryüzü, nezaketi, tatlı dili ve güzel ahlâkıyla efendisini temsil etmeye gider Medine’ye. Es’ad bin Zürâre’nin evini bir Kur’an okuluna dönüştürür. Medinelilere tebessümüyle tatlandırarak anlatır İslâm’ı. Namaz kılacakları zaman imamları, ihtilaf ettikleri zaman hakemleri olur. Hz. Peygamber’in izniyle İslâm tarihinin ilk Cuma namazını kıldırır Sa’d bin Hayseme’nin evinde. Ve sonunda Medine’nin bütün evleri tek tek aydınlanmaya başlar. Bu durumdan endişelenenler de vardır; değişimle birlikte toplum içindeki yerlerini kaybedeceklerini düşünenler… Kabile reislerinden Useyd bin Hudayr da onlardandır. Mızrağıyla dalar Mus’ab’ın hitap ettiği topluluğun içine ve gürler: “Buraya zayıf akıllıları aldatmak için mi geldiniz! Canınızdan olmak istemiyorsanız terk edin burayı!” Mus’ab savrulan tehdidi güler yüzüyle savuşturmuş, “Biraz soluklanıp sözüme kulak verir misiniz? Hoşunuza gitmezse söylenenler, derhal ayrılırız yanınızdan,” diyerek İslâm’ın ne anlama geldiğini tatlı tatlı anlatmış, Kur’ân’dan âyetler okumuştur. Useyd mızrağını yere saplamış ve “Ne güzel! Ne güzel!”diye haykırmıştır birden. Sonra sormuştur heyecanla Mus’ab’a: “Bu dine nasıl girilir!”

Mus’ab yalnız bu dine nasıl girileceğini değil, bu dinin nasıl yaşanacağını da göstermiştir insanlara. İkinci Akabe Bîatı’na Medine’den katılan ve Son Peygamber’in “Kanınız kanımdır… Affınız affımdır… Ben sizdenim, siz benden!” sözleriyle onurlanan yetmiş beş kişinin başındadır o. Medine’yi efendisinin teşrifine hazırlayandır o, Bedir’de sancağını yükselten… Ve nihayet Uhud’ta bir kez daha taşıma şerefi bahşedilen mübarek sancağı. Son Peygamber sanılarak önce sağ kolu kesilen, sancağı sol eline alınca sol koluna kılıç indirilen. İki kesik kolla sancağı göğsüne bastırıp “Muhammed ancak rasûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler geçmiştir” âyetini okuyarak Hz. Peygamber’e siper olmaya devam eden. Sonunda İbn Kâmia’nın mızrağıyla şehadet makamına yükselen… Son Peygamber’in şehit olduğundan habersiz “İleri ey Mus’ab! İleri!” diye bağırdığı arkasından. Mus’ab suretinde sancağı taşıyan meleğin, “Ben Mus’ab değilim!” dediği an. İşte o an!

Nebî’nin yine gözlerinin dolduğunu görüyor Hz. Ali. Ahzab Sûresi’nden okuduğu âyetlere kulak kesiliyor, nâşının başucunda: “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.”

Ve işte o an. Şehidin defnedilme ânı. Bir zamanlar Mekke’nin en zengin ve yakışıklı delikanlısı olan Mus’ab’ın üzerini örtecek kefen bulunamıyor. Başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyor. Ve ıslak gözlerle hırkanın baş tarafa çekilmesine, ayakların otlarla örtülmesine işaret ediyor Son Peygamber. Son Peygamber Mus’ab’ı işaret ediyor!

A. Ali Ural

Gülzâre:
Selmân-ı Fârisî: Ateşten Nura, Mabih’den Selmânu’l- Hayr’a


Ateşin büyütüldüğü bir Mecusî evinde doğdu Mabih. O büyüdükçe ateş küçüldü. Baba ateşten bir tanrı yontsa da çocuğa, çocuk ateşi çoktan söndürmüş, hakikati öğrenebilmek için yanıp tutuşuyordu. Aklı geleneklere kurban etmedi Mabih. İsfahan’ın Cey beldesinde başlayıp Medine’de sona eren yolculuğu boyunca elini bırakmadı onun. Akıl sahihse şayet, merdivenin trabzanı gibi eşlik ederdi yükselişe. İşte ilk basamak: Mabih tarlalarda dolaşırken karşısına çıkan Kilise’yle kıyaslıyor evlerindeki ateşi. Görünmeyen bir tanrıya iman, ateşi dumana çevirip yakıyor gözlerini. Ona “Hangi din gerçektir?” sorusunu sorduruyor. Cevapta endişe var: “Yoksa babanın dininden başka bir din mi arıyorsun?” Endişeye mahal yok. “ Hayır! Göklerin ve yerin Rabbini arıyorum!”

Biricik oğlunu hapsediyor baba. Şam’a giden kervanla kaçıyor çocuk. İkinci basamakta bir rahip var. Şam’ın büyük âlimidir diye bağlansa da kapısına, çok geçmeden yoksulların hakkının küpünde biriktiğini fark edip soğuyor ondan. Üçüncü basamakta başka bir rahip var. Bu kez karar isabetli. Rahip dindar ancak ölüm yakın. Mabih yeni bir adres istiyor ondan ölmeden önce. Yeni adres: Musul. İşaret edilen zat yine salih bir rahip. Fakat ölüm yine yakın. Mabih ondan da bir işaret bekliyor. Bu kez parmak Amuriyye’deki (Sivrihisar ) bir rahibi gösteriyor. Mabih yeniden yollara düşüp ilme talip oluyor. Ancak bir müddet sonra beşinci durağa da uğrayan ölüm, rahibe Mabih’i titreten şu sözleri söyletiyor: “ İbrahim(as)’in ailesinden bir adamın çıktığını duyacaksın. Gidebilirsen O (sav)’na git. Çünkü o hak dini getirmiştir. Bu peygamberin alametlerine gelince: Kavmi onu sihirbaz, mecnun ve kahin diyerek reddedecektir. O hediyeyi kabul edip yiyecek, sadakadan ise yemeyecektir. İki kürek kemiğinin arasında peygamberlik mührü vardır.”

Ve beş duraktan sonra başlıyor asıl yolculuk. Medine’den gelen tüccarlar “İbrahim(a.s) soyundan bir adam”dan söz ediyorlar hararetle. Mabih heyecanla Medine’ye gitmek istediğini söylüyor kervancıya. Kervancı bunun karşılığında ne vereceğini soruyor Mabih’e. “ Sana verecek bir şeyim yok. Fakat kölen olurum.”diyor Mabih. Kervancı teklifi kabul ediyor. Mabih’in sırtında ve göğsünde yaralar çıkıyor çalışmaktan hurma bahçelerinde. Şikayetçi değil, çünkü arıyor. Yaşlı bir Farisî kadından “Peygamberliğini açıklayan adam”ın yerini öğreniyor sonunda. Sonunda biraz hurma toplayıp koşuyor ona. “Nedir bu? Sadaka mı hediye mi?”diye soruyor Allah’ın elçisi. Sadaka olduğunu öğrenince yemiyor ondan, ancak ikram ediyor ashabına. Ertesi gün yine koşuyor Elçi’ye Mabih. Bu kez hediye hurmalar var elinde. Hediyeyi kabul ediyor Elçi ve yiyor ondan. Dahası Mabih’in sırtındaki mühre bakmaya çabaladığını görüp, ridasını çıkarıyor. İşte mühür! Mabih öpüyor mührü ve sarılıyor Nebî’ye. Nebî: “Git ve özgürlüğünü satın al!”diyor ona.

Özgürlüğün bedeli üç yüz hurma fidanı ve kırk ukiyye altın. Sahabiler hurma fidanı taşıyor kardeşlerine. Hz. Peygamber kendi elleriyle dikiyor hurmaları. Kırk ukiyye altın yerine ulaştırılıyor. Mabih’in adını Selman koyuyor Nebî. Selman, gazvelerde sancaktarlık yapıyor. On kişinin kazdığı hendeği tek başına kazıyor Hendek savaşında. Selmanu’l- Hayr (Hayırlı Selman) lakabını veriyor bu yüzden ona Peygamber. Selman sadece bedenini değil ruhunu da azad eden “Elçi”yi “ölçü” yapıyor hayatında.“Hiç kimse elinin emeğinden daha değerli bir şey yememiştir” Hadisi ona hurma dallarından sepetler ördürüyor. Evindeki eşyaları fazla buluyor ve “Dostum(Peygamber), bana bunları edinmeyi tavsiye etmedi. O (sav) dünyadaki eşyamın bir yolcunun yanında taşıdıkları gibi olmasını tavsiye etti.” diyerek dışarıya çıkarılmasını istiyor eşinden. Evlendiğinde “Eşini nasıl buldun?” diye soran arkadaşlarına “Yüce Allah örtüleri, perdeleri kapıları içeridekileri gizlemek için var etmiştir.” diyerek Hz. Peygamber’in, yatak sırlarını veren kimseleri sokakta çiftleşen hayvanlara benzettiğini hatırlatıyor.

Selman’ın hatırlattığı başka şeyler de var. Kendisini mukaddes topraklara çağıran Ebu’d-Derda’ya, “Toprak ve muhit insanı yüceltmez, insanı ancak amelleri yüceltir,”diyerek dinin özüne işaret ederken, bir sinek yüzünden iki adamdan birinin cennete diğerinin cehenneme girdiğini söyleyerek “küçük şey yoktur” gerçeğine dikkati çekiyor. “Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Geceleri namaz kıl, ama uyu da. Gündüzleri oruç tut, ama ara da ver” diyerek dengeye davet ederken, dünya maişetini temin etmenin kaygılardan uzaklaşıp  ibadete yönelmedeki olumlu rolünden bahsediyor. Selman hikmeti öylesine önemsiyor ki, “Burada namaz kılacak temiz bir yer var mı?” diye sorduğu kafir bir kadının “ Sen temiz bir kalp bulmaya bak, namazı ise dilediğin yerde kıl” sözüyle sarsılıyor ve “Kafir bir kadının kalbinden çıkan hikmetli söze bak!” diyor yanındaki arkadaşına.

Hz.Ömer zamanında Medâin şehrinin valiliğini yapıyor Selman-ı Fârisî. Ne vali! Otuz bin kişiye hutbe okuduğu zamanlarda bile iki parçadan oluşan bir giysisi var! Bu iki parçadan birini seccade olarak kullanıyor, diğerini ise giyiyor. Başka elbisesi yok. Valilik maaşını yoksullara dağıtıp, el emeği ile geçiniyor. Topraktan çanak yapıp üç dirheme satıyor.  Onun bir dirhemi ile yeni malzeme alıyor, bir dirhemini sadaka veriyor, bir dirhemiyle ise evinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Süslü sözlerle halk nazarındaki makamını parlatmak yerine hakikatin solmaz nurunu paylaşıyor ömrü boyunca. Bir keresinde onun geldiğini duyan bin kişi koşuyor mescide. Selman, ayakta kendisini görmeye çalışan insanları oturmaya davet ettikten sonra Yusuf Suresi’ni okumaya başlıyor. O da ne! Topluluk dağılmaya başlıyor. Bin kişiden geriye yüz kişi kalıyor yalnız. Bunu gören Selman, o kalbi ince adam, okumasını kesip kalkıyor ayağa. Kükrüyor Selman, bütün zamanların müslümanlarına:

“Siz yaldızlı sözler istiyordunuz! Ben size Allah’ın kitabını okuyunca çekip gittiniz!”

A. Ali Ural

Gülzâre:
Ebû Zer El-Gıfârî: Yağmacılıktan Yağmur Olmaya


Yağmacıların içinde Ebû Zer de vardı. İri yapılı, uzun boylu, gür saçlı, esmer adam… Kervanların kâbusu. Bildiğinden şaşmayan korkutucu. Çölü ezbere bilen Bedevî. Öyle bir kabileye mensup ki haram aylarda bile haramiliği sürdürüyor. Gıfar kabilenin adı. Gıfarlı Cündeb b. Cünâde, namı diğer Ebu Zer’in kavmindekilere benzemeyen bir yüzü daha var: Putlara tapmıyor! Bu yüzden bir peygamberin varlığını duyar duymaz koşuyor Mekke’ye. Adresini soruyor O’nun. Cevabın içindeki taş ve kemik parçaları,  kanlar içerisinde bırakıyor onu. Yine de işaret edilen eve girmekte tereddüt etmiyor. Bu İslâm’a girişi demek. Hz. Ebu Bekir’e Müslüman olmadan önce de putlara tapmadığını söylüyor. “Nereye yönelirdin?” sorusunu ise, “Bilmiyorum,” diye cevaplıyor ve ekliyor: ” Nereye yöneltirse Allah!” İlk dörde ya da beşe giriyor yarışta. Yani ilk müslümanların arasına. Heyecanla, “Dinimi açıkça haykırmak istiyorum!” diyor Son Peygamber’e hemen. “Öldürülmenden endişe ederim!”cevabını alıyor. “Beni öldürseler de yapacağım bunu!” cümlesiyle geliyor ısrar. Susuyor Hz. Peygamber.

Kâbe’nin yanında şehadet getiriyor coşkuyla. Üzerine yürüyorlar anında. Öldü sanarak bıraktıklarında morarmış bir beden kalıyor geride. “Seni bundan alıkoymuştum!” diyor Peygamber üzüntüyle. ” Bunu yapmalıydım!”diyor Ebu Zer. Ertesi gün yine aynı yerde. Yine ilan ediyor Muhammed (sav)’in Allah’ın elçisi olduğunu. Yine dövülüyor kıyasıya. Baktı ki olmayacak, kabilesine göndererek uzaklaştırıyor Mekke’den onu Rasûl. ” Onları İslam’a davet et ve çağırılana kadar gelme!” diyor. Ebu Zer, yağmacıların arasına dönüyor ve rahmet yağmuru gibi yağıyor üstlerine. Yeşeriyor çöl. Yarısı müslüman oluyor Gıfar Kabilesi’nin. Ve bir gün koşuyor tekrar efendisine. “Es-Selâmu aleyke Ya Rasûlallah!”diye selamlıyor Nebî’yi. “Ve Aleykesselam!” diye cevaplıyor Hz. Peygamber. Birbirlerine rahmet ve esenlik diliyorlar. İslâm’ın selamını ilk veren kişi oluyor Ebu Zer. Ve beş meşale veriliyor eline: Zayıfları sevmek,  üstlere değil altlara bakıp şükretmek nimetlere, zor da olsa hep hakkı söylemek, Allah yolunda kınamasından korkmamak kimsenin!

Uhud Savaşı’ndan sonra hicret ediyor Medine’ye. Ashab-ı Suffa denen o güzel yoksullar içinde yerini alıyor. Soruları yağmur damlaları gibi düşüyor Mescid-i Nebevî’ye: ” gerçek müslüman kimdir?”, “Peki en en kâmil mümin?”,” En hayırlı hicret hangisidir?”, “En büyük âyet hangisidir?”… Cevaplar sağnak halinde yağıyor: “Gerçek Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu, zarar vermekten uzak olandır.”, ” En kâmil mümin, en güzel huylu olandır.”, “En hayırlı hicret, günahları terk etmektir.”, ” En büyük âyet Âyetü’l- Kürsî’dir.”… Akşam olduğunda Suffelileri paylaşıyor Medineli zenginler akşam yemeği için. Ebu Zer gitmiyor. O hep geride kalan beş on kişiyle birlikte Hz. Peygamber’in yanında yemek yemeyi tercih ediyor ve yemekten sonra mescidde uyuyor arkadaşlarıyla. Kim bilir ne rüyalar görüyorlar!

Rüyalarını bilmesek de kâbuslarını biliyoruz Ebu Zer’in: Mal yığan zenginler… “İnsanlar ölmek için doğuyorlar, yıkılması için inşa ediyorlar, geçici olana tutkuyla sarılıp, kalıcı olanı fırlatıp atıyorlar. Ah! İnsanların hoşlanmadığı iki şey aslında ne güzeldir: Ölüm ve yoksulluk!” diyerek yükseltiyor kulluk çıtasını. Zenginlerin farkına varamadıkları bir hırsla kendilerini katlettiklerini düşünüyor. Ona göre ancak iki şey gözetilebilir yeryüzünde: Helal rızık ve âhireti kazanmak. Üçüncü bir amacı varsa insanın zarardadır. Hem ihtiyacı olandan fazlasına tamah etmek de ne! “Malın iki dirhem olsun! Birini ailen için harca, diğerini ahiretin için, bir üçüncü dirhem sana yarar değil zarar verir!”, “İki dirhemi olanın hesabı bir dirheme sahip olandan daha zordur!”, “Bir keseye atılıp ağzı bağlanan her altın ve gümüş tanesi, sahibini yakacak birer kordur, ta ki onu Allah yolunda harcayıncaya kadar.”,  “Şu insanların haline bak! Tövbekârlar dışında çoğunda hayır yoktur!” Ebu Zer’in cümleleri oklar gibi yağınca zenginlerin üstüne, sevilmeyen biri oluyor. “Ne oldu! Bir topluluğun yanına oturunca bırakıp gidiyorlar seni!” diye soruyorlar ona. Ebu Zer’in gülümsemesinde yangın çıkıyor:  “Çünkü ben onlara ‘mal yığmayın!’ diye emrettim!”

“Gökkubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur!” demişti Son Peygamber, bu mert sahabî için. (Tirmizî,”Menâkıb”,35; İbn Mâce,”Mukaddime”,11)  “Ebû Zer yeryüzünde Meryemoğlu Îsa’nın zühdüyle yürür.” sözüyle sırlamıştı o aynayı.( Tirmizî, “Menâkıb”, 35) Mizacının emirliğe uygun olmadığını düşünerek emîr olmasına izin vermese de, ölüm döşeğindeyken yanına çağırıp kucaklamıştı onu. “Sen iyi bir adamsın, sâlihsin, benden sonra çeşitli imtihan ve belalar gelecek sana!” demişti. Nasıl mı karşılık vermişti Ebu Zer? Kulak verelim muhteşem cevabına: “Merhabalar. Hoş gelsin, safalar getirsin Allah’ın izniyle!”

Hoş ve safalar getirdi ona her imtihan. Oğlunu kaybetti bir baskında. Hz. Ömer’le Kudüs’e girdi, Amr bin Âs’la Mısır’a. Anadolu fethedilirken oradaydı. Kıbrıs fethedilirken orada. Sultanların baskılarına boyun eğmedi. Boyun eğmedi konuşma yasağına. Susmaması üzerine Medine’ye üç mil mesafedeki Rebeze’ye sürüldü. Kendi arzusuyla gitti diyenler de var. Hz. Ali ve oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Ammar b. Yâsir ve Âkil b. Ebû Tâlib yanında yürüyerek uğurladılar onu. Uğurladılar, yaklaşmıştı büyük yolculuğu. İki sene bu tenha diyarda tefekkür etti bir başına. Ve 653 yılının Temmuzunda teslim etti ruhunu.

Ölmeden önce bir kafile geçti Rebeze’den. Kaderin kafilesi. Kûfe’den dönen İbn Mes’ûd vardı kafilenin başında. Hz. Peygamber’in “Sizden biri ıssız çölde ölür ve ona bir grup mümin rastlar,” hadisi tecelli etti. İbn Mes’ud “Allahu Ekber!” diyerek kaldırdı elini. Çölde bir avuç mümin cenaze namazını kılarken, o hep şu cümleyle gülümsedi: “Allah’a yemin ederim ki hepiniz dünyaya sarıldınız!”

A. Ali Ural

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Beğenirken ederken bir hata oluştu
Beğeniyor...
Tam sürüme git
Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek