Gönderen Konu: Peygamber efendimizin aynaları ;  (Okunma sayısı 7230 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Gülzâre

  • *
  • İleti: 254
  • Rep 46
  • İlişki Durumunuz: vâkit âşka hicrêt vâkti.
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #10 : Aralık 09, 2011, 09:49:26 ÖS »
Hz. Âişe: Sevgili’nin Sevgilisi


Tüm zamanların en unutulmaz yarışı ama izleyicisi yok. İki yarışmacıdan genç olanı bir çizgi çekiyor yere; bir başlangıç çizgisi. Oradan koşmaya başlayacaklar. Gömleğini beline bağlıyor iyice. Tuhaf bir yarış, yenilse üzülmeyecek. Sevgiyle bakıyor rakibine. O teklif etti yarışmayı. Düşünebiliyor musunuz, O! Bir kelimesiyle binlerce insanı peşinden sürükleyen, bir işaretiyle ayı ikiye bölen O! Hem de Bedir yolunda. Diğer ucunda tüm zamanların en önemli savaşının kendilerini beklediği o yolda gülümseyerek sordu:

-  Âişe seninle yarış yapalım mı?

-  Yapalım, ey Allah’ın Rasulü!

 Yarışın başlaması için göz göze gelmeleri yetiyor. Hz. Peygamber ve sevgili eşi koşmaya başlıyorlar. O anda orada olmasalar da, milyonlarca izleyici, Hz. Âişe’nin kelimeleriyle şahit oluyor bu sevimli yarışa. İnsan Peygamber’in Bedir Savaşı’na giderken açtığı bu sevgi sayfasını hayranlıkla seyrediyorlar. Yarışı O kazanıyor. O, yani Peygamber. Yarışı kaybedeninse üzüntüsü değil, sevinci okunuyor yüzünden, “Bu Zulmecaz’daki koşunun rövanşıydı!” derken Nebî. Bu söz Hz. Âişe’yi yıllar öncesine götürüyor. Daha küçücükken babası Ebu Bekir’in yanında kazandığı o latif yarışa.

Kaderi onu büyük bir sorumluluğa hazırlıyor. Son Peygamber’in hafızası olmaya. Taze bir kil tablet gibi O’ndan gelecek esintileri bile kaydedecek çok genç bir hafızaya ihtiyaç var çünkü; O’na âit her ayrıntıyı gelecek zamanlara taşıyacak bir hafıza. Gece, gündüz yanında olması gerekiyor bu yüzden; evde, yolculukta, savaşta ve barışta. Eşi olması gerekiyor, tek genç kız hayatındaki. Dokuz yıl süren evliliği boyunca öğrendiği her şeyi, O’nun vefatından sonra kırk yedi yıl anlatması gerekiyor. Dokuz yıl hem odasından, hem odasında dinliyor Son Peygamber’i. Odasının duvarı Mescid-i Nebevî’ye bitişik Hz. Âişe’nin.  O’nun ashabına söylediği her sözü duyuyor ve odasına geldiğinde soruyor anlamadıklarını. Bir gün Allah’ın Sevgilisi ashabına, “Her kim Allah’la bu­luşmayı severse Allah da onunla buluşmayı sever. Ve her kim Allah ile buluşmayı sevmezse Allah da onunla buluşmayı sevmez.”demiş ve Hz.Âişe’nin, “İçimizde ölümü isteyen yoktur” yakınmasını bir anahtara dönüştürerek açmıştı  manayı: “Bir mümin; Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti dile getirildiğinde Allah’la buluşmaya bir özlem hisseder ve yüce Allah tarafından aynı özlemle karşılanır. Fakat bir kâfir; Allah’ın azabını, gazabı­nı duyduğu zaman Allah’a kavuşacağı günden hoşlanmaz ve Cenâb-ı Hak tarafından da aynı hoşnutsuzlukla karşılanır.” Bir başka gün “İnsanlar kıyamet günü çırılçıplak kalacaklar” sözüne hayret ederek, “Nasıl olur?  bunlar birbirlerini görmeyecekler mi?” diye Hz. Peygamber’e sormuş, “Öyle dehşetli bir gündür ki kıyamet, kimsenin kimseden haberi olmaz!” cevabını almıştı.

   Hep yanındaydı sevdiğinin. Bedir’de zaferin, Uhud’da hüznün nasıl yansıdığını görmüştü Peygamber çehresine. Sırtında su taşırken, yaralılara bakarken müminlerin annesi, Mescid-i Nebevî’de mızraklarıyla savaş oyunları sergileyen Habeşliler’i O’nun omzuna dayanarak seyrederken Sevgili’nin sevgilisiydi. Hz. Ali, “Rasulullah’ın Sevgilisi” diyordu ona bir hadis rivayetinde. Tâbiîn’den Mesruk, “Allah’ın Sevgilisi’nin Sevgilisi” diye anıyordu onu. Hz. Peygamber, dünyada en çok kimi sevdiği sorulduğunda, “Âişe” diye cevaplıyor, eşlerinden sadece onun yanındayken vahiy geldiğini söyleyerek makamına işaret ediyordu. Hz. Âişe yalnız bilgisi, zekâsı, kavrayışı ve hitabetiyle değil, ibadetleriyle de hak ediyordu bu sevgiyi; gündüzlerini oruçlu geçiriyor, gecenin en koyu anlarını namazla aydınlatıyordu. Tevazusu, kanaatkârlığı ve cömertliğiyle Ebu Bekir’in kızı, gıybetten kaçınması, yoksulları himayesi ve vakarıyla Hz. Peygamber’in eşiydi. Tek bir kusuru vardı, kıskançlık! Çok seviyordu Hz. Peygamber’i ve çok kıskanıyordu. Ancak bu yangını kontrol altına alabilecek bir erdeme ve dirayete sahipti o. Hz. Peygamberin diğer eşlerinin faziletlerine dair hadisleri rivayet etmekte tereddüt etmiyor, Hz.Ali, Hz. Fâtıma ve diğer sahabilerin erdemlerini ilan eden onlarca nebevî belge bırakıyordu gelecek zamanlara.

Ve güvenilir Muhammed (sav)’in sonsuz güveni “sırdaş” yapmıştı onu Nebî’yle. Tarihin dönüm noktalarından “Mekke’nin fethi” bir sır olarak sadece ona açılmış, hazırlıkların fetih için olduğu yalnız ona fısıldanmıştı. Hz. Peygambere olan düşmanlıklarını gizleyen münafıklar işte bu sonsuz güvene nişan almışlardı Son Peygamber’i sarsmak ve gözden düşürmek için. Bir savaş dönüşünde kaybedilen gerdanlık iftira çamuruna batırılarak sahibine iade edilmiş, bütün zamanların en tehlikeli münafığı Abdullah b. Übey b. Selûl, Müminlerin Annesi’nin üzerine sözlerin en yalanı olan zannın kara şalını atmıştı. Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir içlerinde en küçük bir şüphe olmasa da bu çirkin dedikodulardan müteessir olmuşlar, bir tesadüf eseri iftiradan haberdar olan annemiz üzüntüsünden yataklara düşmüştü. Sonunda Hz. Peygamberin “Humeyra”sı, “Âiş”i, “Âişecik”i baba evine gitmek için Efendisinden izin istemiş, yedi kat semadan beraati gelene kadar gözyaşı dökmüştü orada.

Nur Sûresi’nin on âyeti sadece Hz. Âişe’ye değil, gelecek zamanların iftira mağdurlarına da bir şifa olarak inmiş, Yüce Allah, “Erkek ve kadın müminlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da, ‘Bu apaçık bir iftiradır.’demeleri gerekmez miydi?(Bu iddiayı ortaya atanların)da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getirip ispat edemediler, öyle ise onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir!” (Nûr,12-13) buyurarak insan onuruyla oynayanları azabıyla tehdit etmişti. Böylesi bir suçlamaya dayanak olacak bilgiyi zanların ve şüphelerin kıyıcı zehrinden kurtaran bu âyetler, dört muhkem şahit olmaksızın insanların iffetleri hakkında ileri geri konuşmayı yasaklamış, bu meselenin önemini ve tehlikesini, “Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük suçtur,” (Nûr,15) İlâhî buyruğuyla vurgulamıştı.

Sevinç geri almıştı hüznün zapt ettiği kaleleri. Hz. Âişe evine, Efendimizin tebessümü yüzüne geri dönmüş, annemiz ardı arkası kesilmeyen sorularıyla yeniden gülümsetmeye başlatmıştı hayat arkadaşını. Ta ki o soruyu sorana kadar.  Hiç uyumadan ibadetle geçirdiği bir gecenin sabahında, “Ya Rasululah! Geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlandığı hal­de mübarek vücuduna neden bu kadar eziyet ediyor­sun?” deyivermiş, Kâinatın Efendisinin gözlerini yaşla dolduran bu soru, yüzyılları sarsacak bir başka soruyla cevaplanmıştı: “Şükreden bir kul olmayayım mı?”  Ve şükürle geçen bir ömür sonunda mübarek başını Hz. Âişe’nin kucağına koymuştu Allah’ın sevgilisi. Yarışta yine öne geçmiş, sevgilisinin merhamet ve yaş dolu gözlerinin serinliğinde çıkmıştı âhiret yolculuğuna.

A. Ali Ural
 

Çevrimdışı Gülzâre

  • *
  • İleti: 254
  • Rep 46
  • İlişki Durumunuz: vâkit âşka hicrêt vâkti.
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #11 : Aralık 09, 2011, 09:49:43 ÖS »
Kâ’b b. Mâlik: Sessizlikle Cezalandırılan Şair


Sadağında kelimelerle dolaşıyor. Bir şair o, oklarıyla yangın çıkartan. “Söyle!” denildiğinde geriyor yayını, öyle bir geriyor ki, daha fırlamadan ok kanatlarını tutuşturuyor akbabaların. “Sus!” denildiğinde mühürlüyor sadağını, öyle bir mühürlüyor ki, zalimlerin ateş, mazlumların su serpiyor içine. Bir ailenin bir evladı, içi dışı bir. Bir’i tanıyor, teslim oluyor Bir’e. Medineli; Bir’e teslim olan Mekkelileri ağırlıyor evinde. Ve Bir’e çağıranın üç şairinden biri oluyor Kâ’b b. Mâlik, Hassan b. Sâbit ve Abdullah b. Revâha’yla birlikte. Bu Cennet şairleri, cehennemler taşıyor sadaklarında. Bir’e davet edene dil uzatanlar alevler içinde açıyorlar gözlerini. Kırk beyitlik kamçılar altında.

Müslüman olmadan önce de Medine’nin beş büyük şairinden sayılıyor Kâ’b b. Mâlik. Evs ve Hazrec arasındaki savaşlarda diliyle fırtınalar koparıyor. İyi bir eğitim almış; hesap da biliyor kitap da. Fakat asıl Kitab’ı tanıdığında gümüşken altın oluyor kelimeleri. Öyle mısralarla kuşatıyor ki Devs kabilesini, Müslüman oluyorlar. Yanlış duymadınız, tarih boyunca ilk defa hayal orduları düşürüyor gerçek bir kaleyi; burçlarda dalgalanmaya başlıyor hakikat. Yıl 622. Son Peygamber’i Medine’ye davet etmek üzere Berâ b. Ma’rûr’la birlikte Mekke’ye gidiyor Kâ’b. Onun şair ol­duğunu öğrenen Nebî’nin gözleri ışıldıyor. Sonra kelimelerine düşürüyor bu ışığı sevinç olarak. “Biat” konuluyor adı sevincin.

Nihayet ay doğuyor üzerlerine veda tepelerinden. Şükretmek vacip oluyor ve Kâ’b, ” Ehl-i Suffe”denilen o seçkin yoksulların içinde alıyor yerini. Denilenin “sınır”, sınırlar aşıldığında savaşmanın “görev”, harbin ise “hile” olduğunu öğreniyor orada. Gün geliyor Peygamberle zırhlarını değişiyorlar Uhud’da. Kılıçlar, oklar, mızraklar hedeflerini şaşırıp Fedai’yi yaralıyorlar. On yedi yerinden kan fışkırıyor şairin ne gam! O kılıcın hakkını kim verecek diye bakıyor. İşte Ebu Dücâne başında kırmızı sarığı yeri yaracakmış gibi yürüyerek, bir bir biçiyor akbabaları Peygamberin kılıcıyla. Kara kanatlar uçuştukça meydanda Kâ’b'ın yaralarına şifa oluyor. Fakat neler oluyor! Hamza mı düştü yere? Okçular ganimet peşine düştü de rüzgârın yönü mü değişti! Akbabalar neden “Muhammed öldü!” diye bağırıyorlar! O kargaşada ilk kez Kâ’b görüyor yüzünü Son Peygamberin.  Haykırıyor coşkuyla: “Müjdeler olsun ey müslümanlar, yaşıyor Rasûlullah!”diye. Fakat izin yok buna. O da ne, Hz. Peygamber, “Sus!”diyor, parmağını koyarak dudağına. Harp bu! Söylemek de hak, susmak da.

Susuyor Müslümanlar konuşmuyor Kâ’b'la. Bir başka imtihan bu, Uhud sınavı değil. Böyle emretti Peygamber, “Konuşulmayacak!” Ne onunla, ne de onun gibi Tebük Savaşı’na katılmayan iki Bedir gazisi, Hi­lâl b.Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’ el-Âmirî’yle. Mazeretleri varsa söylesinler, cihattan geri kalan hastalar, yaşlılar, engelliler gibi. “Allah hükmünü bildirene kadar konuşulmayacak.” Eşleri bile “eş” olmayacak bu süre içinde. Neredeyse lâl kesilecek bütün tabiat. Sessiz bir kuyu olacak yeryüzü onlara.

Kâ’b b. Mâlik, meyvelerin ve gölgelerin insanları rehavete çağırdığı bir mevsimde erteledi durdu savaş hazırlıklarını. Oysa gücü yerindeydi ve iki bineği vardı.”Nasıl olsa yetişirim!”diye ağırdan alırken sefer emrini, ordu Tebük’e vardı. İşte orada sordu Hz. Peygamber, ” Kâ’b b. Mâlik ne yaptı?”diye. İşte o anda pişmanlık ateşleri kuşattı şairi, o anda üşüdü hurma ağaçları Medine’de. Geride kalan seksen kişiden biriydi Kâ’b. O seksen kişi ki içlerinde mazeret sahibi olanların yanı sıra münafıklar da vardı. En çok da buna içerliyordu Kâ’b. Bari bir mazereti olsaydı!

Ve ordu döndü Tebük’ten. Mazereti olanlar mazeretlerini, münafıklar yalanlarını söylediler Hz. Peygambere. Kâ’b bin Mâlik’e gelince; “Neden gazadan geri kaldın! Sen biat etmemiş miydin?” sorusu yıldırım gibi düştüğünde, yalana başvurmadı. “Ben doğruyu söyleyerek Allah’a iltica ediyor, O’nun hükmünü bekliyorum. And olsun ki gazadan geri kalmam için bir özrüm yoktu. Hiç bu kadar güçlü ve geniş imkânlı olmamıştım!”dedi efendisine. Bunun üzerine ” Allah hükmünü verinceye kadar bekle!” dedi, Hz. Peygamber Kâb’a, tıpkı Hilal’e ve Mürâre’ye söylediği gibi. Bunun üzerine kapandı dudaklar, müthiş bir sessizlik kapladı Medine’yi.

Kâ’b b. Mâlik’i görenler yolunu değiştiriyorlardı konuşmamak için. Mescide gittiğinde Rasûlullah’ın gözlerini üzerinde hissediyor, ona doğru döndüğünde, yüce Peygamber yüzünü çeviriyordu. Gelen her gün sessizliği daha da derinleştiriyordu. Kâ’b çok sevdiği amcasının oğlu Ebû Katâde’ye selam vermiş, ancak selamına bir karşılık alamamıştı. ” Ebû Katâde! Allah aşkına söyle! Allah ve Rasûlü’nü sevdiğimi bilmiyor musun!”dedi Kâ’b. Ebû Katâde ise susmaya devam etti. Kâ’b aynı cümleyi tekrarladı ant vererek. Katâde yine sustu. Üçüncü defa “Allah ve Rasûlü’nü sevdiğimi bilmiyor musun!” diye feryat edince, kısık bir sesle konuştu Katâde: ” Allah ve Rasûlü bilir!” Bunun üzerine Kâ’b gözyaşları içinde uzaklaştı oradan.

Ellinci sessiz gecenin fecrinde sabah namazını kılmak için evinin damına çıkmıştı Kâ’b. Nefes alamıyordu evde. Dayanılır gibi değildi bu suskunluk! İşte o vakit duydu Sel Dağı’ndan birinin seslendiğini: ” Ey Kâ’b! Müjde!” Kapandı secdeye hemen. Müjdeci yanına geldiğinde sevinçten bütün elbiselerini hediye etti ona. Emanet bir elbiseyle koşmaya başladı Rasûlullah’a ağlayarak. Halk bölük bölük karşılıyordu onu yollarda. O hiç durmaksızın koşuyordu, “Allah tövbeni kabul etti. Mübarek olsun,”sesleri arasında. Nihayet mescide vardı, huzuruna çıktı  Hz. Peygamberin ve o müthiş cümleyi duydu: “Annenin seni dünyaya getirdiği günden beri yaşadığın en hayırlı günle müjde sana!” Tepeden tırnağa titredi Kâ’b ve sevinçle sordu: ” Ey Allah’ın Rasûlü! Tarafınızdan mı müjde, yoksa Allah katından mı!” “Allah katından!” dedi Peygamber. Bunun üzerine bütün malını Allah yolunda bağışladı Kâ’b kendisine hiçbir şey ayırmadan. Fakat şefkatli Nebî malının bir kısmını kendisine alıkoymasını isteyerek, “Bu senin için daha hayırlıdır,” buyurdu.

Birden canlandı Medine. Kaybolan sesler geri döndü şehre. Defler çalmaya başladı. Sürüler halinde havalandı kuşlar cıvıldayarak. Her varlık Kâ’b'a sesini duyurmaya çalıştı. Hurma ağaçları bile hışırdadılar. O günlerde ve yüzyıllar boyunca hafızlar seslerine daha bir özen gösterdiler Tevbe Sûresi’ni okurken:

Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri de kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah’tan başka sığınacak hiçbir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah, Tevvâb, Rahîm olandır.” (Tevbe, 118)

A. Ali Ural
 

Çevrimdışı Gülzâre

  • *
  • İleti: 254
  • Rep 46
  • İlişki Durumunuz: vâkit âşka hicrêt vâkti.
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #12 : Aralık 09, 2011, 09:50:13 ÖS »
Ebu’d-Derdâ: Hesaptan Korkan Tâcir


İki kutuplu bir dünyası vardı Medine’ye gelinceye kadar Peygamber: Kâr ve zarar. Akıl atıyla koşturup dururdu bu iki kutup arasında süvari Ebu’d- Derdâ. Ticaretin bir hesap işi olduğunu bilir, bin kere düşünürdü bir adım atmadan önce. Medine Hz. Peygamberi deflerle karşıladığında bir adım gerisindeydi herkesin. Herkes Müslüman oldu, yalnız Ebu’d- Derdâ, erteledi bir sene yolculuğunu. Enine boyuna ölçtü alıştığı hayatla teklif edilen hayatı. Bir Müslüman arkadaş edindi: Abdullah bin Revâha. Hicretten bir sene sonra güneş saati hidayet anına ılık gölgesini düşürmeye hazırlanırken bakın ne oldu. Abdullah bin Revâha yanına Ebu Seleme’yi de alıp arkadaşı Ebu’d-Derdâ’nın taptığı putu o yokken kırdı. Ebu’d-Derdâ putu görünce o anı bekliyormuş gibi çattı mabuduna:”Yazık sana kendini savunamadın mı!” Sonra düştü yola Hz. Peygamber’i görmek için. Onun telaşla yürüdüğünü gören Abdullah bin Revaha: ” Bizi arıyor olmalı!” dedi Hz. Peygamber’e. Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu gülümseyerek: ” Hayır Müslüman olmak için geliyor! Vaat etmişti Rabbim!”

Ensar’dan Müslüman olan son kişiydi Ebu’d-Derdâ. Fakat bu süre içerisinde öyle bir kâr zarar hesabı yapmıştı ki, dükkânını kapatan ilk kişi olmuştu Medine’de.”Günde üç yüz altın kazanmak artık sevindirmez beni. Ben ticaret ve alış – verişin, kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoymadığı kimselerden olmak istiyorum!” diyerek, yeni bir güne başlamış, bütün kazancını Allah yolunda harcayacak olsa bile ticarete devam etmek istemediğini bildirmişti dostlarına. “Bunun nesini istemiyorsun!” diye sormuşlardı hayretle de iki kelimeyle mühürlemişti dudaklarını: “Hesabının çokluğunu!”Ah Ebu’d- Derdâ! Nasıl da değişmişti ölçüleri! Bir zaman dünyaya dört elle sarılırken şimdi, ” Dünyaya sarılanın dünyası yoktur!”diyordu. Günü zararla kapatmaktan yine korkuyordu. Fakat “Neden bildiklerinle amel etmedin?” sorusundandı korkusu.

Kur’ân’ı öğrendi ve öğretti. Çünkü, ” En hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir!” demişti Hz. Peygamber. Mescidleri evi bildi. Çünkü,”Mescitler takva sahiplerinin evleridir,” dediğini duymuştu O’nun. Küsleri barıştırmaya çalıştı. Çünkü Kâinatın Efendisi, “Size namazdan, oruçtan ve sadakadan faziletçe bir derece yüksek bir şey söyleyeyim mi?” diye sormuş, “Evet ya Rasûlallah!” cevabını aldıktan sonra, “İnsanların arasını bulup barıştırmaktır.” buyurmuştu. Müslümanların geçtiği yollardaki taşları kenara çekti. Çünkü “Kim Müslümanların yolundan eziyet veren bir şeyi kaldırırsa Cenâb-ı Hak Ona katında bir sevap yazar. O’nun katında bir sevabı olan ise cennete girer,” dediğini hatırlıyordu Nebî’nin. “Gelin ölmeden önce oruç tutalım!”dedi dostlarına. Çünkü “zırh” olduğunu öğrenmişti O’ndan orucun. İlim öğrenmeye çalıştı. Çünkü Allah’ın Sevgilisi’nin, “Bir insan ilim kazanmak için bir yola girerse Cenâb-ı Hak ona cennete doğru bir yol açar. Melekler, ilim peşinde koşanlardan hoşnut oldukları için kanatlarını onun altına gererler. İlim sahipleri için yerdekiler ve göktekiler mağfiret niyaz ederler. Denizin diplerindeki balıklar bile Ona dua ederler,”dediğini kulaklarıyla işitmişti. Gülümsedi hadis rivayet ederken hep. Çünkü Hz. Peygamberin gülümsediğini görmüştü her vakit konuşurken.

Hz. Peygamber, onun için “Bu ümmetin Bilgesi!” demişti, ne büyük müjde! Bu merhametli bilge, “İnsanlara, üzerlerine almak istemedikleri şeyleri yüklemeyiniz. Allah’tan önce siz hesaba çekmeyiniz onları!” diyerek, bir çıkış yolu açtı günahkarlara. Onlardan birini tartaklayıp lânet yağdıranlara dönüp: ” Bu adamı bir kuyuya düşmüş bulsaydınız, çıkarmaz mıydınız?”diye sordu. “Evet,” cevabını alınca, devam etti sözlerine: “Öyleyse kardeşinize hakaret ederek onu düşmüş olduğu günah çukuruna iyice itmeyin, çıkmasına yardımcı olun. Sizi böyle hallere düşürmeyen Allah’a şükredin. İlla kızacaksanız onun şahsına değil, günahına kızın!”

Ah Ebu’d-Derda! O deli gibi mal toplayanlara kızardı. Her vadiye mal yığanlara. “Bizim gideceğimiz bir yurdumuz var. Orası için biriktirmeliyiz!”derdi. Kızı Derdâ’yla evlenmek isteyen Yezid bin Muaviye’ymiş ne çıkar! O yoksul bir mümini tercih etmişti! Hz. Ömer Şam’a gittiğinde bir gece Ebu’d-Derdâ’nın ziyaretine gitmiş, evinin kapısında kilit olmadığını, üzerinde oturduğu bir keçe parçası ve yastık yerine kullandığı bir semerden başka bir eşyası bulunmadığını görüp sabaha kadar ağlamış, Ebu’d-Derda ise Ömer’e Hz. Peygamber’in şu sözünü hatırlatmıştı: ” Dünya yurdunda eşyanız bir yolcunun azığı kadar olsun!” Ah Ebu’d-Derda, yeni binalar yapanları görmüştü de bir kere bakın nasıl seslenmişti onlara: ” Ha bire dünyayı yeniliyorsunuz!”

O dünyayı değil, ruhunu yeniledi. Dünyayı değil, dünyayı yaratanı sevdi. Ve Hz. Peygamber’den öğrendiği şu duayı mırıldandı hep: “Allah’ım senin sevgini istiyorum! Seni seveni sevmek istiyorum!” Bu sevgiden ayrılmadı sağlığında ve hastalığında. Ah bir konuşma var ki ziyaretine gelenlerle arasında hastayken, asırlarca anlatıldı:

   _ Şikayetin nedir ey Ebu’d-Derda?

   _ Günahlarımdan şikayetçiyim.

   _ Canın bir şey istemiyor mu?

   _ Canım cenneti istiyor!

   _ Sana bir hekim çağıralım mı?

   _  Aslında beni yatağa düşüren hekimdir.

A. Ali Ural
 

Çevrimdışı Gülzâre

  • *
  • İleti: 254
  • Rep 46
  • İlişki Durumunuz: vâkit âşka hicrêt vâkti.
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #13 : Aralık 09, 2011, 09:50:29 ÖS »
Hz. Ebu Bekir: Peygamberle Arkadaş Olmak


Bütün oklar Medine’yi gösteriyordu. İşaret verilmiş, yol hazırlıklarına başlanmıştı. Sırası gelenler tarihin ve takvimin seyrini değiştirecek bu yolculukta yerlerini alıyordu. Mekke’nin basıncı o kadar yükselmişti ki, bir pencere açılmasa nefes alıp vermek mümkün olmayacaktı. Kendisi için de vaktin geldiğini düşünüyordu lakabı “Çok samimi” ve “Çok sadık” olan. Samimiyetinin ve sadakatinin gereği kapısını çaldı O’nun ve izin istedi yolculuk için. O ise “Dur bakalım, belki Allah sana bir arkadaş nasip eder,” diyerek erteledi bu yolculuğu. Ta ki bilgisizlik ve karanlık evrene gönderilen ışığı söndürmek için sözleşene kadar. Bu kez kapısı çalınan “çok samimi” ve “çok sadık” olan, gelen ise O’ydu. Demek birlikte yola çıkacaktılar! Demek yol arkadaşıydı! Bir peygamber! Ebû Bekir Sıddîk sevinçten ağlıyordu…

Peygamberliğini açıklar açıklamaz inanmıştı O’na. Bir an bile tereddüt etmemişti. O söylüyorsa doğruydu. Kendisine, “Arkadaşın akıl almaz şeyler söylüyor, Kudüs’e bu gece gidip geldiğini, göklere çıktığını anlatıyor,” dediklerinde, “O mu söylüyor bunu?” diye sormuş, “Evet!” cevabını alınca “O söylüyorsa doğrudur!” demiş ve soluğu Hz. Peygamberin yanında almıştı. O sırada Hz. Peygamber Mescid-i Aksa’yı anlatıyordu. Sözünü tamamlayınca Hz. Ebû Bekir (ra), “Doğru söylüyorsun ya Rasûlallah!” dedi heyecanla. Ve o günden sonra “Sıddîk” denildi Hz. Ebû  Bekir’e; yani “Çok samimi” ve “Çok sadık” olan! Kudüs’e gitmenin lafı mı olurdu, o daha büyük hususlarda tasdik ediyordu arkadaşını. Gökten vahiy geliyordu O’na gece gündüz! O söylüyorsa doğruydu!

Hz. Ebû Bekir Habeşistan’a hicret için yola çıktığı günü hatırladı. Yolda İbnu’d-Dağne’ye rastlamış, Mekke’nin Ebû Bekir gibi değerli bir kişilikten mahrum kalmasına gönlü razı olmayan İbnu’d-Dağne Müslüman olmamasına rağmen Ebû  Bekir’i himaye ederek Mekke’ye geri dönmesini sağlamıştı. Ancak bir şartı vardı müşriklerin, ibadetini evinde yapacak, dışarıda Kur’ân okumayacaktı. Zira O’nu dinleyen insanlar etkilenip Müslüman oluyordu. Başlangıçta bu şartı yerine getirdiyse de bir süre sonra dayanamayıp evinin bahçesinde Kur’ân okumaya başlamış, bu yüzden İbnu’d-Dağne’nin uyarısına maruz kalmıştı. Seçimini yapmalıydı. Ya himaye, ya Kur’ân. Hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermişti ona: “Himayeni iade ediyorum. Ben Allah’ın ve Peygamberinin himayesine razıyım!”

İşte Allah’ın ve Peygamberinin himayesinde başladı büyük yolculuk. Peşlerindeydi bilgisizlik. Hem de bir servet vaat ederek bulanlara. Halbuki bir gerçeğe tanık olmuştu üç gün üç gece saklandıkları mağara. Yalnız değillerdi. O her dediği doğru olan Peygamber söylemişti: “Lâ Tahzen! İnnallahe Maanâ!” O halde kimse dokunamazdı O’na. Rahat bir nefes aldı Ebû Bekir. İlk önce o girmişti mağaraya Peygamberine bir şey olur diye. Elbisesiyle tıkamıştı topraktaki delikleri yılan olur korkusuyla. Elbisesi yetmemişti de, topuğuyla tıkayıp geçirmişti geceyi. Himaye mağaradan sonra da devam etmiş peşlerine takılan bir atlı tam onları yakalayacakken batmıştı kumlara. Nasıl bir peygamberdi O! Ne muhteşem koruma!

Sonunda Medine’ye doğdu ay. Hz. Ebû  Bekir, o cömert arkadaş yanında getirebildiği dirhemlerle satın aldı yetimlerden Peygamber Mescidi’nin arsasını. Nasıl da severdi bu yolda harcamasını! Müşriklerin kızgın taşlar altında ezdiği Bilal’i beş ukiyye altın karşılığında kurtarıp azat etmişti de,”Bir ukiyye altın versen onu yine satardık!” demeleri üzerine, ” Şayet yüz ukiyye isteseydiniz, onu yine alırdım!”demişti. Tebük Savaşı’ndan önce dört bin gümüş dirhemle Peygamberinin huzuruna gelmiş, Hz. Peygamberin “Ev halkına ne bıraktın?” sorusunu: “Allah ve Rasûlunu!” diyerek cevaplamıştı.

Zira o dünyayı değeriyle ölçebiliyor, düşman ordusundan değil, nefsin üzerine yürüyüp kuşatmaya çalışan dünyadan korkuyordu Müslümanlar için. “Gördüm ki dünya size doğru gelmekte. Niçin geliyor! Kuşatmak için sizi! Bana öyle geliyor ki, sizler de ipekten perde ve döşemeler, atlastan yastık ve şilteler edinecek ve yün yataklarda yatmaktan, diken üzerinde yatıyormuşçasına acı duyacaksınız.” diyor, “Gençlikleriyle övünen delikanlılar nerede? Medâin şehrini kurup etrafını surlarla çeviren krallar nerede? Nerede savaş meydanlarında zafer kazananlar? Zaman onları yok etti. Şimdi onlar, mezarlarının karanlığındadırlar. Acele etmelisin acele! Kurtulmaya bak, kurtulmaya!” diye haykırıyordu. Ve bu yüzden Hz. Ömer şu olayı anlatıyordu: “Medine’nin dış mahallelerinden birinde âma bir ihtiyar kadın vardı. Her gün ona uğrayıp yardım etmek isterdim. Fakat ne zaman gitsem, benden evvel birinin uğrayıp her işi yaptığını görürdüm. Merak ettim, her gün bu sevabı işleyen kimdir diye. Bir gün çok erkenden yanına uğradım ihtiyarın. Ne göreyim! Bu hayrı işleyen Ebû Bekir değil mi!”

*   *   *

Bir Mayıs günü ağaçların özsuları köklerden dallara doğru tırmanırken minberin merdivenlerinde yükseliyordu O. Söylediği her sözü gönül mahfazalarında bir mücevher gibi saklayan sahabeler dikkat kesilmiş bekliyordu. On bir yıl geçmişti hicretin üstünden ve efendileriydi kalplerini çarptırarak minberde yükselen. Heyecanları ölçülemeyecek kadar büyüktü. Çünkü her yükseliş yeni haberler getiriyordu gökten. Rahmetin yıllardır yağdığı bu ravzada çıt çıkmıyordu yine. Ta ki Hz. Ebû Bekir’in kalbine bir yıldırım düşene kadar minberden. Hz. Peygamber, yüce Allah’ın bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allah’ın yanında olanı tercih ettiğini söylediğinde olan olmuş, Hz. Ebû Bekir önce hiç kimsenin duymadığı bir gök gürültüsüyle sarsılmış ve arkasından yaşlar boşanmıştı gözlerinden. Hastalandığını herkes bilse de ilk o hissetmişti ayrılık vaktini. Anlamıştı, O kuldu Rasûl-i Ekrem. Hz. Peygamber hıçkırıkların susmasını istemiş, Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretmişti. Ardından İslâm’a ondan daha yararlı bir kimse tanımadığını belirterek insanlar arasında bir dost edinecek olsa Ebû  Bekir’i tercih edeceğini söylemiş, namaza çıkamayacak kadar şiddetlenince hastalığı, imamlığı Ebû  Bekir’e terk etmişti. Hz. Peygamberin yerine geçmek… O istemeseydi tahammül edemezdi. Yükü ne kadar ağırdı! Ve ne kadar sevinmişti bir sabah namaza durduğunda yanında! Şükür Peygamber iyileşmişti! Sevinç yeniden dalgalandı ravzada. Sahabeler yeniden canlandı. Ebû  Bekir izin aldı Rasûl’den evine gelmek için. Birkaç saat sonra tam gidecekken evine o haber ulaştı kendisine: Ayrılmıştı. Kavuşmak için Rabbine.

Hz. Ebû Bekir son peygamberin evine koşuyor. Efendisinin yüzünü açıp öpüyor son kez alnından. “Ölümün de hayatın gibi güzel ve temiz!” diye inliyor. Omuzlarını çatırdatan sorumluluğu olmasa hiç ayrılmayacak. Halbuki onu bekleyenler var mescitte Peygamber nasıl ölür diye şaşıran! Yetişmeli Ebû Bekir, acının yanlış sözler söyletmesine izin vermemeli. Bunun için yarasını küreyip kükremeli gerçek adına: “Kim Muhammed’e tapıyorduysa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim ki Allah’a tapıyorsa Allah bâkî ve ebedîdir!” İşte bu söz ve peşinden okuduğu âyet yatıştırıyor ruhları. Ebû Bekir’i ezen sorumluluktan onlar da paylarını alıyor. Zaman akmakta ve yapacak çok şey var. O halde geç kalmamalı. Şûradan Ebû  Bekir çıkıyor. Peygamberin cennetle müjdelediği yol arkadaşı! Ve çıkıyor Ebû  Bekir kutlu minbere… ” Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde yönetiminizi üstlenmiş bulunuyorum. İyi yönetirsem bana yardımcı olunuz; kötü yönetirsem beni uyarınız ve düzeltiniz,” diyerek başlıyor konuşmasına, başa geçenlerin söylemekten korkacağı sözlerle. Sonra şöyle devam ediyor iktidarı yani gücü tanımlayarak: ” Zayıflarınız benim nezdimde kuvvetli sayılır, onun hakkını başkalarından alıveririm. Güçlüleriniz bana göre zayıf demektir, onlardan başkalarının hakkını alırım!”

Söylediklerini yapıyor Ebû  Bekir. Hz. Peygamberin Suriye üzerine göndermek istediği orduyu O’nun tayin ettiği genç komutan Üsâme’nin atının yanında yürüyerek uğurluyor aldırmayarak itirazlara. ” Gençtir, azatlı kölenin oğludur.”diyenleri, “Peygamber uygun bulmuştur!”diye cevaplıyor. Zekatını vermeyen bedevilere fakirlerin hakkı için, Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra türeyen yalancı peygamberlere gerçek için savaş açıyor. Ancak savaşırken bile ilkelerine sahip çıkmasını istiyor Müslümanların. Yeryüzünün bütün komutanlarına sesleniyor Üsâme’nin zatında: ” Zulmetmeyiniz. Kimsenin azasını kesmeyiniz. Çocukları, ihtiyarları, öldürmeyiniz. Ağaçları kesip yakmayınız. Yemiş veren ağaçlara dokunmayınız. Hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rast geleceksiniz, onları kendi hallerinde bırakınız.”

2 sene, 3 ay, 10 gün sürüyor Ebû Bekir’in halifeliği. Bu kısa zamanda fitneler bastırılıyor, fetihler yapılıyor, hafızların gazalarda şehadetiyle Kur’ân’dan bir şeyler kaybolur korkusuyla sayfalara yazılı olan âyetler başta vahiy katipleri olmak üzere büyük sahabelerden oluşan bir heyetin nezaretinde toplanıp mushaf haline getiriliyor. Devlet malı titizlikle korunuyor. Övgüden hoşlanmıyor Ebû Bekir ve kendisini övenleri duyduğu zaman şöyle yalvarıyor Rabbine: “Allah’ım! Beni benden iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan iyi tanırım. Beni onların zannettikleri gibi hayırlı bir kul yap!” Fakat hepsinden öte süt sağıyor halife! Halife olmadan önce yaptığı gibi. Halife olduktan sonra mahallenin kız çocuklarından birinin “Artık bize süt sağmaz!” dediğini işitince, “Yine sağıveririm kızım!”diyor gülümseyerek. Ve ekliyor: “Mevkiin beni eski halimden ve gidişatımdan ayırmamasını Allah’tan dilerim.”

“Sana doktor çağıralım!” diyorlar ölüm döşeğinde. “Tabip beni gördü!” diyor, “Ben istediğimi yaparım!”dedi.

A. Ali Ural
 

Çevrimdışı Gülzâre

  • *
  • İleti: 254
  • Rep 46
  • İlişki Durumunuz: vâkit âşka hicrêt vâkti.
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #14 : Aralık 09, 2011, 09:50:52 ÖS »
Hz. Ömer: Şeytanın Korktuğu Adam


Gelenek ve inadın bağladığı ellerini çözene kadar beş yıl geçti. Beş yıl yüzlerce defa doğup battı güneş. Yüzlerce defa uyudu uyandı. Ama elleri hep bağlı. Elini kolunu rahatça hareket ettirmesi onu yanılttı. Kılıcı çekmesi, testiyi başına dikmesi, mızrağı savurması bağlarını görmesine izin vermedi. Mekke’de neler oluyordu? Muhammed (sav) peygamberliğini ilan edeli beş yıl geçmişti. Bir avuç insan vardı etrafında. Gizli gizli evlerde buluşuyordular. Neyin peşindelerdi? Ömer, uzun boylu, beyaz tenli, heybetli adam, kız kardeşinin de Müslüman olduğunu öğrenince deliye dönmüştü. Hamile olduğuna bakmayıp dövmüştü onu. Sonra bir hışımla Kâbe’de almıştı soluğu. Geceydi. Muhammed (sav) Kâbe’nin içine girmiş namaz kılıyordu. Ömer Kâbe’nin örtüleri altına gizlenmiş merakla O’nu dinliyordu. İbadetini bitirip dışarı çıkınca peşine takıldı. “Kim o?” diye seslendi Hz. Peygamber fark ederek izlendiğini. Karanlığın içinden bir ses: “Ömer!”dedi. “Ey Ömer!” dedi Hz.Muhammed (sav), “Artık gece gündüz beni terk etmeyeceksin!” İşte o anda beş yıldır göremediği bağlarını fark etti Ömer. Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed (sav)’in O’nun peygamberi olduğunu söyleyerek özgürlüğü seçti.

Hiç kimsenin Müslümanlığı onun kadar coşkuyla karşılanmamıştı. Tekbir sesleri Mekke sokaklarını çınlatmış, kendisinden önce Müslüman olan otuz dokuz kişinin ruhuna kırk rakamı sıcak bir mühür gibi basılmıştı. Ömer Müslümanlığını gizlemeye yanaşmamış, “Müşrikliğimi duyurduğum gibi Müslümanlığımı da duyuracağım!”diyerek müminleri yürüyüşe çağırmış, Kâbeye vakarla akan nehrin iki kolundan birinin başında Hz. Hamza, diğerinin başında o yer almıştı. “Ey Rasûlüm! Sana ve sana tâbi olan müminlere Allah yeter” (Enfal,64) âyeti inmişti Ömer’in Hazreti Ömer olduğu gün. Açık tebliğ dönemi onunla başlamıştı.

Müslüman olanların dövülüp kendisine dokunulmaması ağırına gitti Hz. Ömer’in. Kur’ân’a göre onur müminlerindi. Bu yüzden dayısının himayesini iade etmekte gecikmedi. Yaşasın! Artık o da diğer müminler gibiydi. Sık sık yolu kesiliyor, dövülüyor, dövüyor fakat başı dik yürüyordu. Hz. Peygamber’in ifadesiyle, yüce Allah, doğruyu Ömer’in diline ve kalbine koymuştu. Aklı ve ruhu ilâhi iradeyle tamamen örtüşüyordu. Öyle ki bir görüş ileri sürdüğünde, o görüşü destekleyen âyetler nazil oluyordu. Bedir esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılmasına ve münafıklardan İbn Übey b. Selul’ün cenaze namazının kılınmasına itirazı sert mizacına yorularak yerinde bulunmamış ancak daha sonra inen âyetler Hz.Ömer’i doğrulamıştı. Sert mizaçlıydı evet. Fakat bu mizaç dini duyarlılıklar konusunda tavizsiz olmasını sağlamıştı. Şeytan onunla karşılaşmaktan korkardı. Hz. Peygamber, “Gökte bir melek bulunmasın ki, Ömer’e saygı duymasın, yeryüzünde bir şeytan bulunmasın ki Ömer’den kaçmasın” buyurmuştu.

Ciddi ve cesurdu. Sözlerinden istikrar, güven ve kararlılık yansırdı. Allah’ın elçisine olan imanı ve bağlılığı her şeyin önüne geçer, O ağladı diye ağlar, O tebessüm etti diye tebessüm ederdi. Hacerü’l-Esved için şöyle demişti: “Senin, zarar ve yararı dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum; vallahi Allah’ın Elçisi’nin seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim.” Şerefi İslam’a bağlılıkta görür, onuru başka yerde arayanları alçalışın beklediğini vurgular, “Asıl yağma edilmiş olan, dini yağma edilendir,”derdi. Ona göre bir insanın oruç tutmasına, namaz kılmasına değil; konuştuğunda sözünün doğruluğuna, emanet edildiğinde ona riayetine, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyişine bakmak lazımdı.

Madem kısa bir süre sonra veda edilecekti dünyaya, diri kalabilmek için kendini ölüler arasında saymalıydı. Saydı da. Dünyaya hak ettiği değerden fazlasını vermedi. Bir çöplüğün yanında bir müddet durduktan sonra arkadaşlarının yanına gitmiş, üzerine sinmiş kokudan rahatsızlık duyulunca, “İşte hırs gösterdiğiniz ve üzerinde devamlı konuştuğunuz dünyanın hali budur,”demişti. Dünyayı arzuladığında âhiretine zarar verdiğini, âhireti arzuladığında dünyasına zarar verdiğini görmüş, sonunda fani olan dünyasına zarar vermeyi tercih etmişti. Elbette bu dünyevi görevlerini yerine getirmesini engelleyen bir husus değildi. Çocuklarına okuma yazmayı, yüzücülüğü, atıcılığı, biniciliği ve şiiri öğretmeliydi babaları. Beden ve ruh dengesi sağlanmalıydı. Sorumluluk bilincinde olanlardan dostlar edinmeli, ahmaklarla yakınlıktan kaçınmalıydı. İnsanlar seviyelerine göre değerlendirilmeli, güçlerine göre iş verilmeliydi. Hür olmak isteyen adam borçlu olmamalıydı. Allah’ın dinini ancak dalkavukluk etmeyen, kuruntularının peşine düşmeyen, gayreti eksiltmeyen, yandaşlarını desteklemek için doğruyu saklamayan kişiler yaşatabilirdi.

Ve bir gün Allah’ın dinini yaşatma görevi Hz. Ömer’e verildi. Hz.Ebu Bekir’in vefat ettiği günün sabahı güneşin ışıkları Hz. Ömer’in kaleminin ve kılıcının üzerine düştü.

                   ****

Kâğıtta onun ismi yazılıydı. Hz. Ebu Bekir istemişti o ismi. Bu ismi görenler “Bilirsin ki Ömer sert mizaçlıdır. Rabbin Ömer’i halife tayin ettiğin için seni sorgularsa ne cevap vereceksin?”diyecek olmuşlardı da, “Allah’ın kullarının en iyisini onlara halife yaptım, derim,”diye cevaplamıştı Ebu Bekir (r.a.) bu soruyu. Ve sonunda emri hakk vaki olmuş, minberde yükselme sırası Ömer’e (r.a.) gelmişti. İşte ilk sözleri: “Allah’ım! Ben sert, şiddetli biriyim, beni yumuşat. Zayıf biriyim, beni güçlü kıl! Cimriyim, beni cömert eyle!”

Yüce Allah Ömer (r.a.)’i yumuşatmadı. Daha doğrusu onun kalbini zayıflara karşı yumuşattı güçlülere değil. Emri altındaki yöneticilere karşı sertliği hiç gitmedi. “Yöneticilerimden biri haksızlık eder de düzeltmezsem bu haksızlığı yapan ben olmuş olurum!” diyerek bilgi sahibi olmaya çalıştı hep yapılan işlerden. Zira ona göre Allah’ın en sevmediği bilgisizlik devlet başkanının bilgisizliğiydi. Bu yüzdendi Fırat kenarındaki koyunun öte dünyada bir soru işaretine dönüşeceğinden korkması. Bu yüzdendi Mısır Valisi Amr b. As’ın oğlunun, kaybettiği yarış yüzünden bir Kıbtîye “Al sana bir soylu tokadı!” diyerek vurması üzerine verdiği cevap: “Annelerinden hür doğan insanları ne zaman köleleştirdiniz!”

Amr b. As’ın Mısır Fatihi oluşu Hz. Ömer’in öfkesini engellemedi. Zira fetih, fethedilen topraklardaki insanların üstüne adaletin gölgesini düşürmek içindi, adalete gölge düşürmek için değil. Zamanın iki büyük gücü Bizans ve İran’ın Müslümanlar karşısındaki başarısızlıklarının arkasında kendi halklarına yaptıkları zulüm vardı. Art arda düşüyordu şehirler. Önce Suriye Bizans hakimiyetinden çıktı, sonra Mısır. Öte yandan İran Kadisiye zaferiyle sarsıldı ve Horasan’a kadar bütün İran topraklarında Mecusilerin ateşi söndü. Suriye’nin fethi tamamlandıktan sonra Müslümanlar harekatı batıya kaydırarak efendilerinin mirac basamaklarından olan Kudüs’e yöneldiler. Kuşatma sonuç verdi ancak Hristiyanlar teslim olmak için bir istekte bulundular: Şehri bizzat Hz. Ömer teslim alacaktı. Bir mektupla durum Ömer’e bildirilmiş, yamalı elbiselerle ordunun başında Kudüs’e giren Hz. Ömer, kendi önderlerinin debdebeli yaşantısına aşina halkı şaşkına çevirmişti. Tıpkı Şam’a devesiyle girdiği gün, “Ey müminlerin halifesi! Şayet asil bir ata binmiş olsaydın, seni halkın ileri gelenleri karşılardı!”diyenlerin şaşkınlığı gibi. Ne demişti Ömer onlara eliyle göğü işaret ederek: “Sizi orada göremiyorum! Bana emirler ancak oradan gelir. Devemin önünden çekilin!”

Hz. Ömer “İsteseydim, içinizde en güzel giyinen, en hoş şeyler yiyen ve en rahat yaşayan biri olurdum.”diyordu. ‘ Bir kişi cehenneme girecek!’ dense korkuyla ürperen, ‘Bir kişi cennete girecek!’dense ümitle titreyen bir insanın istekleri de kuşkusuz farklı olacaktı: Mesela ailesinden kurallara öncelikle kendilerinin uymasını istemiş, “İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Emirleri çiğnerseniz, sizin cezanız daha ağır olur.”diyerek uyarmıştı. Mesela bir deveyi yakalamaya çalışırken kendisini gören Ahnef b. Kays’tan kovalamaya katılmasını istemiş, “Gel birlikte yakalayalım. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun!” diye yükseltmişti sesini. “Neden bu işi bir köleye yaptırmıyor da eziyet çekiyorsun!” diyenlere ise şu tarihi cevabı vermişti: “Benden iyi köle kimmiş!”

Hz. Ömer’in başka istekleri de vardı. Mesela Bizans ve Sasani toplumundan bulaşan  şaşaalı hayata direnmelerini istedi valilerinden ve onlara saray yapmayı yasakladı. Ordunun halkla karışıp bozulmasını önlemek için özel ordugah şehirleri kurulmasını emretti. Yöneticilerin mal ve servetlerinin kayıt altına alınmasını istedi. Yabancı paraların İslam topraklarındaki hakimiyetine para bastırarak son verdi. Müslümanların bir takvime olan acil ihtiyaçlarını dikkate alarak hicrî takvimi başlattı. Hayırlı işlerde acele edilmesini isteyerek, “Her şeyin bir şerefi vardır; iyiliğin şerefi ise hemen yapılmasıdır,” ilkesini koydu.

Ona göre kötülükle yenen aslında mağluptu, günahla zafer elde eden muzaffer değil. Hz. Ömer’i kötülük bir sabah namazı vurdu. “Beni bir köpek vurdu!”diye inledi Ömer. Kan kaybederken katilini öğrendi ve sevindi; zira katil Müslüman değildi. Katilini öğrendi ve üzüldü; zira katil iyilik yaptığı biriydi. Ve Ömer (r.a.) ölmeden önce son bir şey istedi: Hz. Peygamberin yanına defnedilmek…Hz. Aîşe’ye gidilip “Ömer arkadaşı Muhammed (sav)’in yanına gömülmek için iznini bekliyor!”denilmesini istedi. Hz. Aîşe hıçkırarak verdi izni. Ömer(r.a.) müjde ulaşana kadar ölmedi. Son sözü şuydu: “Allah’a hamdolsun! Benim için bundan daha mühim bir şey olamaz!”

 Hz. Peygamber’in  “Gözüm!” dediği heybetli adam, işte böyle ayrıldı dünyadan.

A. Ali Ural
 

Çevrimdışı вαşκαп

  • Özel Üye
  • *
  • İleti: 20356
  • Rep 1300
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #15 : Mart 25, 2016, 02:19:45 ÖS »
 cgp
 

Çevrimdışı Özgür Kız

  • Özel Üye
  • *
  • İleti: 21541
  • Rep 3950
Ynt: Peygamber efendimizin aynaları ;
« Yanıtla #16 : Mart 25, 2016, 04:30:56 ÖS »
cgp
 

 

Related Topics

  Konu / Başlatan Yanıt Son İleti
1 Yanıt
2204 Gösterim
Son İleti Mart 25, 2016, 02:22:49 ÖS
Gönderen: вαşκαп
4 Yanıt
2878 Gösterim
Son İleti Mart 25, 2016, 04:31:04 ÖS
Gönderen: Özgür Kız
0 Yanıt
1356 Gösterim
Son İleti Mart 07, 2014, 09:46:15 ÖS
Gönderen: Fatih