Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» İslami Dini ve Türk Tarihi »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Türk ve İslam Tarihi ve İz Bırakanlar ::.. => Konuyu başlatan: Fatih - Şubat 25, 2014, 03:13:21 ÖS

Başlık: Tâc'ın İncisi'ndeki Osmanlı'nın Yetimleri
Gönderen: Fatih - Şubat 25, 2014, 03:13:21 ÖS
1. DÜNYA SAVAŞI
VE MUKADDES CİHAD

Tarihler 11 Kasım 1914’ü gösterdiğinde Hint Müslümanlarının, gerçekleşmemesi için hergün dua dua yalvardıkları hadise patlak verir. İttihatçıların yeni yetme maceracıları, koca Devlet-i Aliye’yi bir çırpıda 1. Dünya Savaşının içine sürükleyiverirler.
Almanya’nın yanında fiilen savaşa gireriz. Ardından, dünyadaki bütün Müslümanları savaşa çağıran “Mukaddes Cihad Fetvası” alelacele yayımlanarak (14 Kasım 1914) imkânlar ölçüsünde dört biryana dağıtılmaya çalışılır.
‘Ba’de harabi’l-Basra”, iş işten geçmiştir. Sinsi İngilizler çok daha önceden tedbirlerini almışlardır. Hindistan Genel Valisi Hardinge, yarımadadaki halka tesiri olan nüfuzlu kişilere gönderdiği enteresan mektupta, şunları yazmaktadır:
“Savaş durumunda Osmanlı Sultanı, “Halife” sıfatıyla muhtemelen dünyadaki bütün Müslümanları, bilhassa Hindistan Müslümanlarını İngiltere’ye karşı cihada çağıracaktır. Böyle bir şey söz konusu olursa, Hindistan’daki birçok Müslüman siz ekselanslarına rehberlik için müracaat edecekler ve Halife’nin ilanının geçerliliği hususunda sizin açıklamalarınızı sabırsızlıkla bekleyeceklerdir. Buna göre, ekselanslarınızı, Hindistan’daki Müslümanların lideri ve sözcüsü olarak ortaya çıkmaya ve İngiltere’nin tavrının doğru ve adil olduğunu ilan etmeye çağırıyorum...”

TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN
ÇIRPINIŞLARI

Hint Müslümanları, İngilizlerin ağır, sindirici baskılarına rağmen cihad çağrısına ellerindeki imkânlar ölçüsünde cevap verirler.
Osmanlı istihbaratı “Teşkilat-ı Mahsusa” nın, Güney Asya’da faaliyet göstermek üzere İstanbul’da kurduğu “Gadr” teşkilatı, başarılı faaliyetlerde bulunur. Çıkarmış oldukları “Cihan-ı İslam” isimli gazeteyi Hindistan içlerine kadar sokarlar.
13 Kasım 1914’de Belûcî askeri birliğine sızan Osmanlı istihbaratçıları, gazeteyi dağıtıp, askerleri Halife’ye itaate ikna ederler ve 1915 Ocağında ayaklanmaya hazır hale getirirler. Ne var ki bu faaliyetler, 21 Ocak’ta ortaya çıkarılır ve ekibin ileri gelenlerinden 200 kişi darağacına yollanır.
Öte yandan, Hindistan’ın kuzeybatı yöresindeki sınırda kurulan “Mücahidin” isimli teşkilat, silahlı bir koloni oluşturarak ayaklanır. 1918’de İngilizlerle çarpışmaya girişilmesi sonucu pek çoğu şehit edilir.
Şubat 1915’de Lahor’daki öğrenciler, okullarını bırakarak “Mücahidin”e katılma kararı alırlar. Bunlar, Kabile geçmek ve orada Teşkilat-ı Mahsusa ile işbirliğine gitmek niyetindedirler. Ne var ki, Ruslar tarafından yakalanarak İngilizlere teslim edilirler. Kendilerine niçin bu yola başvurduklarını soran İngiliz polisine verdikleri cevap, oldukça ibretlidir: “Padişahımız böyle istedi.”
Teşkilat-ı Mahsusa’nın planladığı en cesur atılım “İpek Mendil” hareketidir. Enver Paşa, “Hac hatırası” adı altında hazırlattığı ipek mendillere Hindistan ayaklanmasının talimatını yazıp, Mekke’ye gelen Hind Müslümanlarına vererek onlarla diyalog kurmaktadır. Bu plan Hindistan’ın Afganistan’a açılan kuzeybatı hududundan başlatılacak bir hücum ile aynı anda ülke içinde gerçekleştirilecek koordineli bir ayaklanmayı ihtiva etmektedir. Ruslar ve İngilizlerin çok sıkı engellemelerine rağmen bir Teşkilat-ı Mahsusa heyeti, 1915 Ağustos’unda Hint-Afgan sınırındaki Türk asıllı kabileleri, Hint Müslümanlarının da yardımıyla Osmanlı tarafına çekmeyi başarır.
İngiliz belgelerine göre, 1913-1916 yılları arasında Türklerin desteği ile Hindistan’da çıkan ayaklanma sayısı yetmiş sekizi bulmaktadır.
Acaba kendi bekalarını Osmanlı’nın varlığı ile özdeşleştiren bu hasbi insanlardan daha fazlası beklenebilir miydi?
Hadiselere gerçekçi bir gözle baktığımızda:
Hint Müslümanları, topyekün ayaklanabilecek durumda değillerdi. Ne maddi güçleri, ne böyle birşeye hazırlıkları, ne silahları ve ne de disiplinli bir orduları vardı. Aynı şekilde, gelişen hadiseler, Hindistan’da çoğunluğu teşkil eden Hinduları aynı derecede ilgilendirmediği için muhtemel bir ayaklanmada Hindularla işbirliği de hemen hemen söz konusu değildi.

Öte yandan İttihat ve Terakki iktidarı, askeri ve stratejik açıdan böylesine önemli bir konuda Hint Müslümanlarının katılımını sağlamak için oldukça geç kalmış, hatta daha önceden kayda değer bir hazırlık bile yapmamıştır. Ayrıca Osmanlı’nın, savaş davetini gereği gibi duyuracak haberleşme ve tanıtım imkânlarından mahrum bulunmasına karşılık, İngilizler güçlü propagandaları sayesinde cihad fetvasını tam tersi bir gaye için kullanabilmişlerdir. Nitekim, Çanakkale Savaşı’nda bize karşı İngiliz safında çarpışan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin
sorgulamalarından çıkan neticeye göre, bu askerler: “Dinsiz ittihatçıların Halife’yi hapsettikleri ve İngilizlerin de onu kurtarmak için İttihatçılara savaş açtıkları” propagandasına inandırılmışlardır.

BİZİ BİZE VURDURANLAR

1. Dünya Savaşı Avrupa’dan Orta Doğuya kadar heryerde bütün dehşetiyle başlayınca, İngilizlerin çok sayıda insan gücüne ihtiyacı olur; ve bu iş için sömürgeler biçilmiş kaftandır. Hele “Tac’ın incisi”, onlar için bir nevi insan harasıdır.
Ve İngilizler, 1. Dünya Savaşı boyunca bir milyona yakın (941 bin) Hintliyi değişik cephelere sürerler. İşin enteresanı, bunun %80’den fazlası Türk cepheleridir.
Gitmemekte direnenlerin ve cephede İngiliz komutanına itaat etmeyip silahlarını bırakanların akıbetleri çok korkunçtur.
1914’de sevkiyat için Bombay’da toplanan Müslüman askerler, Türk kardeşlerine karşı savaşmak üzere Irak’a gönderileceklerini öğrendiklerinde esir dahi olsalar gitmeyi onurlarına yediremezler. Fakat derhal şakaklarına İngiliz namluları dayanır. Buna rağmen gitmemek için ayak diretirler. Çünkü din kardeşinin kanına girip ebedi saadetlerini tehlikeye atmaya hiç mi hiç niyetleri yoktur. Ve sonunda bed bir “Ateş!!” sesinin ardından, sinelerine yedikleri kurşunlarla birbiri ardına Hakka uzanırlar.
Ayrıca değişik cephelerde İngiliz komutanlarına itaat etmeyip Müslüman kardeşine karşı silah çekmeyen Hint Müslümanları da derhal idam edilirler. Hem de domuz derisinden yapılmış iplerle... Çünkü domuzun Müslümanlarca haram oluşu, bu iple idam edilenlerin cennete gidemeyecekleri düşüncesini taşımakta ve tabii ki Müslümanlar için manevi caydırıcı bir tesir meydana getirmektedir.

DAHA İYİ BARIŞ ŞARTLARİ İÇİN

Savaş, İngiltere ve müttefiklerinin zaferiyle neticelenince sıra, Osmanlı mülkünün masada paylaşılmasına gelmiştir. Mütareke şartlarını çiğneme pahasına, savaşın
emperyalist galipleri Osmanlı vatanını işgal etmeye hazırlanmaktadırlar.
Hintli Müslümanlar, 28-29 Şubat 1920’de Ebu’l-Kelam Azad başkanlığında Kalküta’da bir konferans tertip ederler. Bu konferansta padişaha sadık kalınmasına; barış Osmanlı adına tatminkâr olmadığı takdirde İngiltere Hükümeti’nin Hint Müslümanlarından sadakat beklememesine ve hilafeti korumak için ellerinden gelen herşeyin yapılmasına karar verilir.
Ayrıca bu gayretli insanlar, kardeşleri için Avrupa’ya doğru yollara dökülürler. Teşkil edilen bir heyet, hemen İngiltere’ye hareket eder. Londra’da birçok devlet adamı ile görüşülerek lobi faaliyetlerine girişilir. Heyet, Başbakan Lloyd George ile de görüşmeye muvaffak olur. Başbakan tarafından oldukça soğuk karşılanan heyet ona:
“Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul’un Müslümanlarca mukaddes olduğunu, buraların Halife’nin yönetiminde kalması gerektiğini, Türklerin İstanbul’dan atılmasının İslam dünyasına karşı açılacak bir Haçlı Seferi manasına geleceğini, Halife’nin Istanbul’da ‘rehin’ gibi tutulamayacağını, çünkü onun bir papa olmadığını...” anlatır. Toplantı bitip de çıkarken, heyet başkanı Muhammed Ali, “Herşeye rağmen Tac’a (İngiliz Krallık Tacı’na) sadakatimizle dini vecibelerimiz arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsak, İslam önce gelecektir” demeyi de ihmal etmez.
Türk kardeşleri için oradan oraya koşuşturan bu Hint kıtasının şuurlu insanları, o günlerin Avrupasında Türk dostu olmanın ne kadar zor olduğunu bizzat yaşarlar.

PASİF DİRENİŞTEN ŞİDDETE

10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması, Güney Asya Müslümanlarında tam bir hayal kırıklığı meydana getirir. Anlaşmanın “cezalandırıcı” hükümleri, Hilafet Komitesinin Avrupa’da kapı kapı dolaşıp çırpındığı hususları çiğnemektedir.
Artık bundan böyle pasif ve aktif direniş hareketinin ardı arkası kesilmeyecektir. Geniş kapsamlı mücadelenin “ilk adımı” olarak “İşbirliğinden Sakınma” (non-cooperation) uygulamasına girişilir. Bu harekete Gandi de katılır. Fakat Müslümanların elinde “cihad” ve “hicret” olmak üzere iki mücadele metodu daha vardır. Muhammed Ali ve arkadaşları, Türkler’e karşı savaşa gönderilme ihtimali göz önünde tutularak hiçbir Müslümanın İngiliz ordusuna yazılmamasını, yazıldıysa derhal istifa etmelerini ilan ederler. Ardından genel grev tatbik edilir. Öğrenciler okullarını, köylüler sabanlarını, memurlar ofislerini bırakırlar; nümayiş için sokaklara, dua için camilere doldururlar. Ulema, halkı yönlendirmekte; bu sessiz direnişe kadınlar da katılmaktadır. İngilizlerin hangi vesileyle olursa olsun taltif ettiği Hintli Müslümanlar, nişanlarını, beratlarını ve madalyalarını İngiliz otoritelere iade etmektedirler. Kamu hizmetlerinden istifalar birbirini kovalamaktadır.
Sıra aktif direnişe gelmiştir. Ali kardeşlerin diğer dindaşları ile birlikte tutuklanmalarından sonra ufukta “cihad” gözükmüştür. Malabar bölgesindeki Moplah aşireti ayaklanır. Bu direniş, dört ay içinde kanlı bir şekilde ancak bastırılabilir.
Geriye sadece “Hicret” alternatifi kalmıştır. Hint Müslümanları, Hz. Peygamberin (say), Mekke’den Medine’ye göçünden ilham alarak “Hicret”e yönelirler. Müslümanlar, Anadolu’ya ulaşınca mücadelelerini daha tesirli sürdürebileceklerine inanmaktadırlar. Otuz binden fazla Müslüman, tıpkı Asr-ı Saadet’te olduğu gibi, geride ev, mülk, iş ve herşeylerini bırakarak yollara düşerler. Bu muhacirlerin bir kısmı sert iklim şartlarından, hastalıklardan ve açlıktan yollarda kırılırlar. Kalanlarını da Afgan sınırında acı bir sürpriz beklemektedir; O güne kadar Hint Müslümanlarına yakınlık gösteren Afgan Emiri, İngiliz baskısına dayanamayarak muhacirleri ülkesine almama kararı alır. Müslümanlar, perişan olmuşlardır. Çar naçar yeniden gerisin geriye yollara düşerler. Geride kendilerini ayrı bir felaket daha beklemektedir. İngiliz polisi, bütün mal ve mülklerini müsadere etmiştir. Bu ne imtihandır Ya Rabbi!
Bu azimli muhacirlerden bazıları çileli ve maceralı bir yolculuktan sonra bitkin bir vaziyette Bakü’ye ulaşırlar. Derhal oradaki Türk konsolosuna gidip, Milli Mücadeleye katılmak üzere Türkiye’ye geçmek için vize isterler. Fakat çok gariptir ki konsolos, yurdunu, yuvasını terkederek, binlerce kilometre ötedeki Müslüman kardeşlerine yardıma koşan bu insanların arzularını geri çevirir.

MİLLİ MÜCADELE VE DIŞA AKİSLERİ

Yıl 1921. İslam’ın dokuz asırlık beşiği Anadolu’nun dört bir yanı, batılı zalim çizmeler tarafından çiğnenmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın en ümitsiz günlerinin yaşandığı bu hengâmede, İngiliz silahları ile donatılmış Yunan ordusu, menhus elini Polatlı’ya kadar uzatmıştır.
Hindistan Müslümanları Patna’da düzenledikleri konferansta, İslam aleminin organik bir yapıya sahip olduğunu, bir uzvun acıya gark olmasının, diğer ünitelerce de paylaşılması gerektiğini vurgulayarak Anadolu’daki Milli Mücadeleyi bütün kalpleriyle desteklerler. Ve çok geçmeden Anadolu’nun iman erleri, bu işgalci ayrık otlarını temizlemeye başlarlar.
Bütün bunlar olurken İngiltere Bakanlar Kurulu, panik içinde yardım etmeleri ricasıyla müstemlekelerine telgraflar yağdırmaktadır. Bu telgraflarda, “Türk ordularının hiçbir mukavemete rastlamadan İstanbul’a doğru ilerlediklerini, mağlubiyet veya İstanbul’un müttefiklerce alçaltıcı bir şekilde boşaltılması halinde, Hindistan’da ve dünya Müslümanları arasında ciddi neticeler doğurabileceğini” yazmaktadır.
1922, Türkler için zafer yılıdır. “Helen çocukları”nın İzmir’de denize döküldüğü haberi Hindistan’a ulaştığında Müslümanlar bayram yaparlar. Bütün ülke sevinç ve heyecan içindedir; Anadolu kurtulmuştur. Artık sıra kendi kurtuluşlarına gelmiştir.

“PAK ÜLKE”NİN DOĞUŞU

Hint Müslümanlarının Türklere olan yakınlığı çok eskiden beri manevi bağlarla perçinlenmiş olarak apayrı bir buutta cereyan etmiştir. O derece ki, mat siyah saçlı, derin bakışlı bu esmer insanlar, Türklerle kader birliği ederek beraber ağlayıp beraber sevinmişlerdir.
Zamanla daha da kuvvetlenen bu bağlar, Abdülhamid Hanın güçlü hilafet şemsiyesi altında doruklaşmış ve “İstanbul’da bir Türk hapşırsa, Lahor’da bir Hintli Müslüman nezle olur” hassasiyetine ulaşmıştır.
Hintli kardeşlerimiz, ortak düşmanlara karşı İstanbul’daki hilafet makamına sırtlarını vererek “İslam Birliği” siyasetinin gücüyle üzerlerindeki istibdadın kalkacağına bütün kalpleri ile inanmışlardır.
Müşfik bir hami olarak görmek istedikleri devrin son hür İslam devleti olan Osmanlı’nın yavaş yavaş kan kaybetmesi üzerine, kendi dertlerini ve ideallerini bir tarafa bırakan Hindistan Müslümanları, bu “Koruyucu Kalkan” larını canlandırıp ayakta tutma çırpınışına girişmişlerdir. Bu uğurda muazzam maddi yardımlardan, cihad ve hicrete kadar birçok yolu deneyerek göz yaşartıcı fedakârlıklar göstermişlerdir.

II. Abdülhamid döneminde tohumları atılarak, İttihat ve Terakki zamanında yeşertilip, Milli Mücadelede meyvesini veren bu kuvvetli bağların tesiriyle Osmanlı, 1. Dünya Savaşı sonunda yeni bir kimlikle ayakları üzerine doğrulabilmiştir.
Bununla beraber, İslam’ın ruhlarına kazandırdığı bu aktivite sayesinde giriştikleri “Hilafet Hareketleri” (Osmanlıcı tavır ve faaliyetler), Hint Müslümanlarını, sömürge olmanın verdiği pasifleştirilmiş köle ruh haletinden kurtararak dini ve milli şahsiyetlerinin gelişmesinde son derece büyük rol oynamış ve sonunda bağımsızlık fikrinin oluşmasında adeta bir yay rolü görmüştür.
Hindistan Müslümanları, savaşın sonunda kendileri gibi Asyalı sayılan Türklerin, Avrupalı sayılan Yunanlıları fiilen, İngilizleri de manen yenmeleriyle ezilmişlik psikolojisinden sıyrılarak, milli gururları uyanmış ve batılıların da mağlup edilebileceği fikrini fiiliyata döküp hürriyet ve istiklal mücadelelerine hız vermişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “İngiliz Mekteb-i İradisinde okuyan bu İslam’ın “Müstaid Veledi” (kabiliyetli evladı), Muhteşem adil pederi olan İslamiyet’in bayrağını afak-ı kemalatta dalgalandırarak kader-i ezelinin nazarında feleğin inadına, nev’i beşerdeki hikmet-i ezelinin sırrını ilan etmiştir.”
Evet, kendini ispat ederek “Şehadetnamesini alan bu asilzade evlat”, İslam’ın
birleştirici fonksiyonunu kullanarak uzun mücadelelerden sonra istiklalini kazanıp, “pak ve temiz ülke” manasına gelen “Pakistan” devletinin temellerini atmıştır.
Ve bugün, din kardeşliğinin pekiştirdiği Türk-Pakistan dostluğu, birçok Pakistanlı’nın:
“Biz iki vatanlı bir milletiz” diyebileceği samimiyette varlığını sürdürmektedir.

KAYNAKLAR

- Mısıroğlu, Kadir; Yunan Mezalimi, Sebil Yay., İstanbul 1992,
- Öke Prof. Dr. M. Kemal; Hilafet Hareketleri, T.D.V. Yay.. Ank. 1991
- Özcan, Azmi; Pan-İslamizm, T.D.V. Yay.. İst ./1992
-Eraslan, Dr. Cezmi; II.Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken y., İst. 1992
- Bozdağ, İsmet; II.Abdühamid’in Hatıra Defteri, Kervan Yay,, İst./75
-Kocabaş, Süleyman; Türkiye ve İngiltere. Vatan Yay., İstanbul /85
- Kafkas, Mehmet; Geçmişi Bilmek-1, Nil Yay., İzmir /1993
- Kemal, Enver ziya; Osmanlı Tarihi, Git. yılı, T. T. K. Yay., Ank./ 88
- Haslip, Joan. Bilinmeyen Taraflarıyla Abdülhamid, İstanbul 1964
-Özyüksel. Murat; Anadolu ve Bağdat Demiryolları, Arda Yay., ist.188
- Karaca, Yusuf; “Osmanlı’nın Yetimleri, İslami Edebiyat, Tem-Ağu-Ey./ 1993,sayı.21
- Bayur, Yusuf Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi, T.T.K. Yay., Ankara 1987
- Güngör, Erol; İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yay., İst,/87
- Mansfield, Peter; Osmanlı sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Sander Yay.. İstanbul/75
-Aralov, S. İ., Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Birey-Top. Yay., İst.. 1955
- Nursi, Said; Sünuhat,
Başlık: Ynt: Tâc'ın İncisi'ndeki Osmanlı'nın Yetimleri
Gönderen: вαşκαп - Ekim 15, 2017, 04:35:25 ÖS
Emeğine Yüreğine Sağlık
Başlık: Ynt: Tâc'ın İncisi'ndeki Osmanlı'nın Yetimleri
Gönderen: Özgür Kız - Ekim 01, 2018, 10:45:01 ÖÖ
 eys