Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» İslami Dini ve Türk Tarihi »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Türk ve İslam Tarihi ve İz Bırakanlar ::.. => Konuyu başlatan: Fatih - Mart 01, 2014, 03:43:20 ÖS

Başlık: İdeal Devlet ve Osmanlı
Gönderen: Fatih - Mart 01, 2014, 03:43:20 ÖS
(http://www.sizinti.com.tr/img/spotimg/422/5932.jpg)

Eflâtun (M.Ö 427–347), "Devlet" adlı eserinde, ideal devletin tarifini yapmıştır. Onun ideal devlet düşüncesine göre; devleti tek bir yönetici değil, felsefe eğitimi almış ve bütün bedenî arzu ve zevklerden uzaklaşmış çok sayıda yaşlı aristokrat yönetmelidir. Eflâtun'a göre, eğer devlette her sınıf kendi faziletine uygun olarak görevleri yerine getirirse, toplumun her kesimi mutlu olur. Onun bu tarifi, içinde bulunduğu toplum için bir ütopya olarak değerlendirilmiştir.

Farabî (874–950), faziletli toplumla ilgili olarak "Medinetü'l-Fâzıla" adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitapta faziletli toplumu ve yöneticilerinin özelliklerini anlatmıştır. Adaletin önemi üzerinde durmuş ve bunu sağlayacak kanunların olmasını istemiştir. Adaleti engelleyenlere ceza vermenin ise, toplumun faziletli olması için bir gereklilik olduğunu belirtmiştir. Zîrâ bu uygulama, toplum yararı içindir.

Farabî'ye göre faziletli şehrin yöneticisi, sıradan herhangi bir insan olamaz. Çünkü faziletli bir toplum faziletli idareci ile mümkündür. Öyle ki yöneticiler peygamberlerin ahlâkına sahip olmalıdır. Onların gayesi, kendisine ve halkına gerçek mutluluğu verebilmektir. Zorbalıkla yönetmek, faziletli yönetimin özelliklerinden değildir.

Eflâtun ve Farabî, sahip oldukları bu düşünceleri ile toplum, devlet ve devlet adamı kavramlarının farkına varabilen önemli düşünürlerdir. Her iki düşünüre göre de, iyi bir yurttaş olmayla iyi bir devlet olma arasında yakın bir münasebet bulunur.

Tarih, idealin peşinde koşanların izini süredursun, mâzimizin berrak sayfalarında yerini almış olan Osmanlı günleri, Eflâtun ve Farabî'nin 'ideal' olarak yazdığı misâllerle doludur. 15. yüzyıl ünlü Osmanlı tarihçisi Âşık Paşazâde'nin "Tevarih-i Âl-i Osman" adlı eserinden okuyalım:

Orhan Gazi döneminde Yalova'nın hâkimi Bizanslı bir kadındı. Orhan Gazi'nin onun hisarının yakınlarına gelmesi üzerine Osmanlı ile savaşmaktan kaçınan kadın, bir adamını Orhan Gazi'ye gönderdi ve "Antlaşalım. Bize ziyanınız dokunmasın. Hisarı size verelim." teklifinde bulundu. Bu teklif, "Her nesi varsa alsın, hisarı teslim etsin." denilerek kabul edildi. Bizanslıların hisarı tahliyesi sürerken Orhan Gazi askerlerine, "Sakın bu kâfirlerin bir çöpünü bile almayın. Anlaşmamıza aykırı olmasın." buyurdular. Denildiği gibi yapıldı.1 Böylece devletin henüz kurulduğu günlerde ecdadımız, ahde vefânın ilk örneklerini vermişti.

Orhan Gazi, İzmit'i fethettikten sonra burayı oğlu Süleyman Paşa'ya teslim etti. Ardından ona Taraklı Yenice'si üzerine gitmesi emrini verdi. Bu memleketlerin hepsi Orhan Gazi'nin adaletini işitmişlerdi. Henüz fethedilmeyen memleketler dahi, Osmanlıların nasıl davrandıklarını öğrenmişti. Bu yüzden Taraklı Yenice'sini anlaşarak verdiler. Osmanlılar Göynük'ü ve Mudurnu'yu dahi öylece aldılar. Süleyman Paşa o kadar adalet gösterdi ki, bütün o memleketlerin halkı, "Ne olurdu! Eskiden beri bunlar bize bey olaydılar!" diyordu.2 Birçok köy, bu Türk kavmini gördüler. Müslüman oldular. Aynı hâdise, Yıldırım Bayezid döneminde Alaşehir'in fethi öncesinde yaşandı. Sultan henüz oraya varmadan, "Kimsenin bir çöpünü zulüm ile almayalar. Her kim bu yasağı dinlemezse günahı kendi boynunadır." ilânında bulundu.3

Anlaşılan Osmanlı'ya fetih kapılarını açan, sadece koçbaşları ve toplar değildi. Ecdadımız henüz bir beldeye varmadan, âdil nâmı oraya ulaşıyor ve kapılar kendiliğinden açılıyordu. Üstelik İslâm sevdirilerek gönüllerde yer buluyordu. Zîrâ asrımızın pırlanta ifadeleriyle, "En önemlisi ecdat, çok kaliteli bir Müslümanlık sergilemişti. Onlar, Allah Resulü'nün (sallalahu aleyhi ve sellem) metotlarına hep sadık kalmış; icabında Yahudi ve Hristiyanları bile kendi cephesine çekip, onları istihdam edebilmişti. Evet, daha başlangıçta, Gazi Mihal, Evrenos, Zağanos Paşaların gelip Müslüman olmalarının temelinde, Osmanlı'nın adalet, eşitlik, hürriyet gibi kavramları gerçek mânâda temsil etmesi söz konusuydu. Hâlbuki bu kavramlar, o dönemde Bizans İmparatorluğu'nda, zannediyorum henüz hecelenmiyordu bile."4

Yıldırım Bayezid 1387'de, Karamanoğulları üzerine yürüyüp Konya'yı kuşattı. Konyalılar şehrin kapılarını kapadılar. Harman vaktiydi. Arpa ve buğday yığınları civarda duruyordu. Osmanlı askerleri hisara yaklaşarak, "Gelin, bize arpa ve saman satın. Atlarımızı doyuralım." dediler. Konya halkı ise, "Bakalım, sözleri doğru mu?" diyerek birkaç adam gönderdiler. Bu esnada Yıldırım Bayezid, askerlerine bir kulunu göndererek, "Sakın kimseye zulmetmesinler. Mal sahipleri mallarını istedikleri gibi satsınlar." buyurdu. Gerçekten onlar istedikleri gibi sattılar. Akçelerini aldılar. Hattâ Yıldırım, güvenlikleri için onların yanına adamlar verdi. O kişileri hisara ilettiler. Şehir halkı bu adaleti görünce şehrin kapısını açtı. Böylece Konya kolayca fetholundu. Etraftaki şehirlere haber ulaştı ki, bu gelen padişah gayet âdildir. Aksaray, Niğde ve Kayseri'den dahi adamlar geldiler ve şehirlerini teslim ettiler.5 Görüldüğü üzere iller, beldeler adalet ve doğruluk gibi faziletli haller karşısında direnme gereği görmüyordu. Bununla birlikte kendiliğinden teslim olan Aksaray gibi illerde ecdat vergi affına giderek eskinin yaralarını sarıyor ve yöre halkına, verdikleri kararın haklılığını yaşatıyordu.

Âşık Paşazâde'den dinlemeye devam edelim: Orhan Gazi Bursa'da ne eyledi? Beyliğinin dervişlerini gözden geçirmeye başladı. İnegöl yöresinde dervişleri işitti. İçlerinden birisi vardı ki dağda geyiklerle gezerdi. Seyyid Ebu'l-Vefâ yolundan olup hayli mübarek bir kişiydi. Geyikli Baba'yı duyan Orhan Gazi: "Varın, o dervişi getirin." buyurdu. Vardılar davet ettiler. Derviş olumlu cevap vermediği gibi "O dahi bana gelmesin." dedi. Hikmeti sorulunca, "Dervişler vakti erince giderler ki, duaları kabul olsun." cevabını verdi. Gerçekten nice gün sonra, bir kavak ağacı ile Bursa hisarına geldi ve padişahın kapısının yanına bu ağacı dikti. Haber verilen Orhan Gazi geldi. Geyikli Baba daha kendisine sorulmadan, "Bu ağaç durdukça, dervişlerin duası sana ve nesline makbuldür." dedi ve dua ettikten sonra hiç durmadan geri döndü.6 Bu hâdisede adı geçen Geyikli Baba gibi ilim ve irfan sahibi kişiler, Osmanlı sultanları tarafından nerede duyulsalar sahip çıkılan, davet edilen ve devlet yönetiminde istişare edilen insanlar idi. Esasen onlar, Eflâtun'un idealize ettiği ve devlet yönetiminde olması gerektiğini tavsiye ettiği, felsefe eğitimi almış ve bütün bedenî arzu ve zevklerden uzaklaşmış yaşlı aristokratlar ifadesini ziyadesiyle taşıyan ve yaşayan kamil insanlardı.

Sultan Fatih'in ilme ve ilim sahibine önem vermesi ile ilgili olarak Molla Ahmed el-Güranî ile olan münasebeti kayda şayandır. Osmanlı tarihçilerinden Hoca Sadeddin Efendi'nin "Tâcu't-Tevârih" isimli eserinde anlattığına göre, ülkesinden Mısır'a gelen ve eğitim gören Molla Ahmed, Kahire'de tanıştığı bir Anadolu âlimi olan Molla Yegân'ın daveti üzerine Anadolu'ya geldi. Osmanlı Padişahı 2. Murad tarafından kabul edildi. Ondan hoşnut kalan 2. Murad, Ahmet el-Guranî'yi Yıldırım Bayezid Han Medresesi'ne müderris tayin etti. Daha sonra onu, oğlu Mehmed'e lalalık yapması için Manisa'ya gönderdi. Fakat kısa bir süre sonra Kahire'ye döndü. Ancak hocası Ahmed el-Guranî'yi hasretle anan Şehzade Mehmed, padişah olduktan sonra, özel elçi ve mektupla onu tekrar İstanbul'a davet etti. Bu davet üzerine Ahmet el-Guranî İstanbul'a döndü. O, o kadar itibarlı bir âlimdi ki, padişahın önünde yer öpmez, onunla tokalaşırdı.

Yine aynı şekilde Sultan Fatih'in, oğulları 2. Bayezid ve Mustafa'nın sünnet düğününde, önce âlimler davet olundu. Padişah gelip devlet tahtına oturdu. Sağ tarafında fâzıl kişilerden Mevlâna Fahreddin, sol tarafında Mevlâna Tûsî ve karşısında Mevlâna Şükrullah ile Hızır Çelebi oturdular. Kur'ân-ı Kerîm okundu ve tefsir yapılarak ilmî sohbetler edildi.

Osmanlı padişahları dine ve âlimlere çok saygı gösterirlerdi. Âlimler bir şeye günah dese, Osmanlı hanedanı ondan uzak dururdu.

Âşık Paşazâde'den devam edelim: Sultan Murad Hüdâvendigâr, Ergene Köprüsü'nü yaptırdıktan sonra yanı başına, misafirlerin rahat etmesi için bir imaret (aşevi) yaptırdı. Sultan, yanına âlimleri ve fakirleri alarak Edirne'den yola çıktı ve imarete vardı. İlk yemek piştiği gün kendi mübarek eliyle fakirlere dağıttı, nice ziyafetler çekti. Aynı şekilde oğlu Sultan Fatih, âlimlere, dervişlere, yetimlere ve dul kadınlara sadaka paylaştırırdı. Her gün kendi mübarek eliyle fakirlere akça dağıtırdı. Görülen gerçek o ki, Eflâtun'un herkesin mutlu olduğu toplum beklentisi ile Farabî'nin faziletli yöneticiler için kullandığı, zorba değil, kendisine ve halkına gerçek mutluluğu verebilen sözleriyle tarif ettiği ideal yöneticiler, ecdadımız arasından çıkıyordu.

Osmanlı padişahları, devlete hükümdar olmayı bir hizmet nöbeti olarak görürlerdi. Nitekim Âşık Paşazâde, kaleme aldığı tarihinde, 2. Murad'ın ölümü üzerine oğlu 2. Mehmed'in görevi devralışını, "Ondan sonra nöbet oğlu Sultan Mehmed'e geçti."7şeklinde anlatmaktadır. Osmanlı sultanlarındaki bu şuur, bir milleti millet yapan en önemli hasletlerden birisiydi.

Âşık Paşazâde, Osmanlı tarihini yazma sebebini şöyle açıklar: "Bu kadar dahi söylediğime sebep, onların ruhlarına hayır dua olsun diyedir. Ya Rabbi! Büyüklüğün hakkı için bu tarihi okuyana, dinleyene ve yazana rahmet et."

Günümüz insanları olarak bizler, mazimizin şanlı sayfalarını anarken, "bu mazinin 18. asırdan başlayıp her gün biraz daha hız ve tempo artırarak 19. asra kadar sürekli baş aşağı geldiğini ve 20. asırda yerle bir olduğunu da idrak ediyoruz." Bütün bunlara rağmen "ye'se düşmüyoruz. Şimdi, yirmi birinci asrın, bizim tekrar doğrulup zirveye tırmanış asrımız olacağı ümidini besliyoruz. Belki önümüzdeki asrın ilk çeyreğinden sonra, öyle parlak günler gelecektir ki, Osmanlı döneminde bile o ihtişama ulaşılmamıştır! Zîrâ adanmış Anadolu insanı, gün be gün yevmü'l-beter (her gün bir öncekinden kötü) düşüncesine kat'iyen iştirak etmemektedir. Demek ki, gün be gün yevmü'l-beter değil; bazı dönemlerde çukurlardan zirvelere yürünmesi de söz konusu olabiliyor.. ve inişleri çıkışlar takip edebiliyor. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'in, 'tarihî tekerrürler devr-i daimi' adına söylediği söz de bunu teyid etmektedir: 'Ve tilkel eyyâmü nüdâvilühâ beynennâs.' (O günler... Onları Biz insanlar arasında çevirir dururuz) (Âl-i İmrân, 3/140). Nitekim tarihî realiteler gösteriyor ki, Babil'den, Mısır'dan, Yunan'dan, Bizans'tan, Selçuklu'dan sonra, daha başka toplumlar da, bir manâda, devirlerini tamamlayıp, bugünkü fonksiyonları itibariyle, tarih sahnesinden silinmiştir. Onların yerlerini daha inançlı, daha dinç, daha kararlı ve hayata bakışları daha engin bir kısım yeni milletler almıştır."8 Bunun gibi gün gelecek, ecdadın ruhunu dirilten yeni bir altın nesil Allah'ın izniyle gelecektir.



Dipnotlar

1. Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. A. Nihal Atsız, MEB Yayınları, Ankara, 1992, s. 39
2. age., s. 43.
3. age., s. 59.
4. M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-3, Nil Yayınları, İzmir 2011, s. 8-9.
5. Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. A. Nihal Atsız, MEB Yayınları, Ankara, 1992, s. 64.
6. age., s. 45.
7. age., s. 116.
8. M. Fethullah Gülen, Prizma–1, Nil Yayınları, İzmir 1996, s. 71-72.

Kaynaklar

- Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. A. Nihal Atsız, MEB Yay. Ankara, 1985.

- Farabî, Medinetü'l-Fâzıla, (çev. Ahmet Arslan), Ankara, 2000.

- Hoca Sadeddin Efendi, Tâcu't-Tevârih, c. V, (haz. İsmet Parmaksızoğlu), Ankara, 1992.

- Eflâtun, Devlet, (çev. Işık Soner), İstanbul, 2006.
Başlık: Ynt: İdeal Devlet ve Osmanlı
Gönderen: вαşκαп - Ekim 15, 2017, 03:11:35 ÖS
Emeğine Yüreğine Sağlık
Başlık: Ynt: İdeal Devlet ve Osmanlı
Gönderen: Özgür Kız - Ekim 01, 2018, 11:31:51 ÖÖ
 eys