Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Hikayeler & Öyküler => Konuyu başlatan: Fatih - Kasım 21, 2013, 12:00:49 ÖÖ

Başlık: Muhabbet ve Ayrılık
Gönderen: Fatih - Kasım 21, 2013, 12:00:49 ÖÖ
(http://www.sizinti.com.tr/images/konular/305/04.jpg)

Yine bir akşam yemeğinden sonra ailesiyle çayını yudumlarken, babasının okuduğu yukarıdaki mısralara yoğunlaşmıştı. Babası, hayatı boyunca insanları sevmiş, onları kırmamaya özen göstermişti. O da babasını örnek almış, hayatını onunla şekillendirmişti.

Her akşam aile fertleri bir araya gelince yukarıdaki mısralar tekrarlanır olmuş, buradaki iki kelime zihinlerde yer etmişti: muhabbet ve ayrılık...

Bir gün bu iki kelimeyle ilgili şöyle bir yorum yaptı: Muhabbet sevgi, sevgi ise bütün güzelliklerin, iyiliklerin kaynağı; ayrılık ise, ölüm olsa gerek. Ama ölümün de güzeli olmalıydı. İnsanoğlu ölmeden önce hayatını kalıcı ziynetlerle süslemeliydi. Seven insan, gönül insanı olmalıydı. Kırılmaz, hiç kimseyi kırmaz, herkesin elinden, dilinden emin olduğu, kendini insanlığa adamıştı.

Babası şefkatle oğlunun saçlarını okşayarak: "Evet evlâdım çok haklısın. Muhabbet insanı kırılmaz, o güzelliğin kaynağıdır. O güven insanıdır." dedi. Gönüller bu ulvî sohbetle dolmuştu. Biraz sonra annesi istirahata çekildi. Işıklar sönmüş, vakit yeni günün aydınlığına doğru ilerlemeye başlamıştı. O ise, günün aydınlığını, geçmiş günlerin hatıraları ve geleceğin hayaliyle karşılıyordu.

Yıllar ne çabuk geçmişti. Ne kadar çok arkadaş edinmiş, onlarla samimi olmuştu. Kısa sürede gelişen bu dostlukların sebebi, onların da kendisi gibi olmalarıydı. Onlarla, insanlık için yaşamayı, iyilik etmeyi, muhabbeti ve ebedî saadeti solukluyordu. Birbirlerine sevgiyi, sevgi için var olduklarını, sevgisiz hiçbir şeyin mümkün olamayacağını anlatırlardı. Huzurlu günler geçirmişti dostlarıyla. Bazen yoğun ders ortamından uzaklaşmak için kitabını defterini bir kenara bırakmış, Boğaz'ın o muhteşem manzarası karşısında hulyalara dalmış, bazen de eline aldığı dürbünle gelip geçen binlerce grostonluk Rus tankerlerini ve irili ufaklı gemileri seyretmişti. Bilhassa Rusları merak ederdi. Onlar ki, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar yetmiş yıllık kapalı bir rejimin içerisinde yaşayan insanlardı. Bu topluma karşı diğer insanlar gibi peşin hüküm sahibiydi. Uçsuz bucaksız bu coğrafya, onda pek de olumlu şeyler çağrıştırmıyordu. Fakat oradaki insanları tanıma merakı hiç dinmek bilmiyordu. Ayrıca o koca coğrafyada yaşayan soydaşlarımızın da olduğunu düşünüyor ve oralara gitmenin hayalini kuruyordu. O an için bu mümkün değildi; ama ‘Belki bir gün nasip olur giderim.’ diyordu. Orta Asya onun merakı haline gelmişti. Bir gün sınıfta Orta Asya ülkelerini gösteren haritayı dikkatlice incelemişti. Hoca derse girmiş; fakat o, bunu fark edememişti. Hocası ona ödev olarak, "Orta Asya Türk Tarihi, Türk Devletleri ve Siyasi Yapıları" konusunu vermişti. Bu, onun için büyük bir fırsattı. Çok iyi hazırlanmalıydı. Nitekim hazırlanmıştı da. Karahanlılar, Talas Savaşı, Altınordu, Göktürkler, Moğol İstilâsı, Harzemşahlılar gibi başlıkları ihtiva eden çalışmasını mini konferans şeklinde sunmuş, arkadaşları ve hocası tarafından çok beğenilmişti. O şimdi daha doluydu. Atalarımızın Anadolu'ya Orta Asya'dan göçmüş olduğunu düşünerek "Atayurda İnşaallah bir gün gideceğim..." sözünü mırıldanarak sınıftan ayrılmıştı.

Bu hatıraların zihninden geçtiği günlerde, bağımsızlık hareketleri yetmiş yıllık demir perdeyi sarstı. Bu sarsılma dünyanın siyasî dengesinde değişimlere vesile oldu. Bunların en önemlisi SSCB'nin dağılma süreciydi. Önce Baltık ülkeleri, sonra Orta Asya Türk Cumhuriyetleri...

Artık gazeteler, televizyonlar her gün bu değişimin görüntülerini yayımlıyor, yorumlarını yapıyordu. Anadolu ile Orta Asya arasında kalbden kalbe bir yol olduğunu, Anadolu insanıyla oralarda yaşayanların "aynı anneden süt emmiş çocuklar" olduğunu, bağımsızlıklarına kavuşan bu ülkelere ağzına zeytin dalı tutuşturulmuş güvercinler gibi uçup, vefa duygusunun göstergesi olarak hizmet götürmek gerektiğini anlamış ve bunun da bir gönül işi olduğunu kabullenmişti. Yine Anadolu'dan heyecanlı ve kutlu bir ses: "Dünya sizin soluklarınıza muhtaç! Gidin kardeşlerinize ve orada sevgiye susamış insanlara tarihî misyonunuzu, sorumluluklarınızı, onlara olan vefa borcunuzu yerine getirin, iş kurun, okullar açın!" diyordu.

Bu samimi ve yürekten tavsiyeyi bir emir olarak telakki eden civanmert Anadolu insanı, oralara gidip iş kurmuş, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak sevgi yuvaları açmıştı. Bunların haberini aldıkça içinden "ah" çekerek, "Acaba ben ne zaman?" diyordu.

Üniversiteyi bitirince, oralara ışık götüren, sermayeleri sadece samimiyet olan bu hasbiler içerisinde bulunmanın yollarını aramış, oralara gönüllü olarak gitme arzusunu eğitim şirketlerine iletmişti. Aylarca davet alamamasına rağmen hiçbir zaman ümidini kaybetmemişti.

1994 yılının sıcak bir Ağustos günüydü. Yoğun geçen bir iş gününü bitirmiş, evine doğru yola koyulmuştu. Eve geldiğinde kendini çok yorgun hissediyor, bir an önce uyuyup dinlenmeyi düşünüyordu ki, telefon çaldı. Telefondaki ses; "Müracaatınız kabul edildi. Bir hafta içerisinde görev yerinde bulunmanız gerekiyor." diyordu. Heyecanlanmıştı. Yıllardır hayalini kurduğu, büyük bir hasretle beklediği an gelmişti. Atayurda eşi ve küçük kızıyla gidecekti.

Ailesiyle vedalaşmak için İstanbul'a hareket ettiler. Annesi yatalaktı. Yaklaşık sekiz yıldır şeker hastalığıyla mücadele ediyordu. Bu hastalığın neticesinde göremez olmuş, kollarında ise karıncalanmalar başlamıştı. Biricik oğlundan uzak olmanın ızdırabı da yüreğini yakıyordu. Nasıl yakmasın ki, oğlunu yılda sadece birkaç defa görebiliyordu.

Annesine yeni vazife yerini nasıl söyleyeceğini bilemiyordu; ama söylemekten başka da çare yoktu. Akşam olunca; "Anneciğim ben yarın Türkiye'den ayrılıyorum. Orta Asya'ya gideceğim. Artık orada öğretmenlik yapacağım." dediğinde, annesi biraz buruk; "Oğlum daha da mı uzağa gidiyorsun? Buna hiç alışık değildim. Kim bilir ne zaman geleceksin." dedi. O ise annesine sarılmış, bir yandan da; "Anacığım, orada yıllarca özünden, kültüründen, inancından uzak yaşamış kardeşlerimiz var, tarih bize bir vefa kapısı açtı. Onlara hizmet götürmeliyiz. Hakkını helâl et, dualarını esirgeme." diyordu. O gece annesiyle aynı odada uyudu. Gece bir rüya gördü: Yolculuk için son hazırlıklarını yapmış, uçağın kalkmasını beklerken, tanıdık bir sesin, arkalarındaki koltukta oturan küçük kızına sıcacık bir hitapta bulunduğunu fark etti. Çok heyecanlanmıştı. Ona hiç yabancı gelmeyen bu ses gerçekten tahmin ettiği kişinin sesi miydi? Arkasına döndü. Yanılmamıştı; tâ kendisiydi. O, Güllerin Efendisi'nin âşığı, gönül insanı onlara şu sözleri söyledi: "Yolunuz açık olsun. Sabrediniz. Oralarda birden çok anne yüreğini açmış, gözyaşlarıyla sizi bekliyor. Ahirette hep beraber oluruz İnşaallah..." Bu sözler biter bitmez uyanmış, rüyanın yorumunu yapmış ve içi daha da rahatlamıştı.

Sabah kahvaltıdan sonra vedalaşmışlardı. Ertesi sabah ailesiyle, yüreklerinde paylaşma duygusu olan insanlar olarak Orta Asya'ya adım atmışlardı. Yer Almatı'ydı. Okul Almatı'ya 40–45 km uzaklıkta olan şirin Issık şehrindeydi. Öğretmen olarak yeni görevine başlamanın sevincini yaşıyordu.

...

Öğretmenliğinin üçüncü yılıydı. Annesinin sağlığı gittikçe kötüleşiyor, en önemlisi, yalnızlığını paylaşabilecek, hiç kimsenin olmadığını söylüyordu. Telefon konuşmalarında giderek kelimeler azalıyor, gözyaşları kelimelerin yerini alıyordu. Her gün belki de bu onunla son konuşmam olacak, hissine kapılıyordu. Bu hal uzun sürmedi. Bir akşam gelen haber üzüntüsünü artırmıştı. Telefonda ablası: "Annem fenalaştı, konuşmakta zorlanıyor, gelebilir misin?" diyordu. İstanbul'a uçak üç gün sonraydı. Ertesi gün hazırlıkları tamamlamış, bilet almak için havaalanına gitmişti. Yağmurlu bir gündü. Bilet almadan önce bir defa daha annesinin durumunu öğrenmek için bir telefon-fax merkezine girip İstanbul'u aradı: "Merhaba abla. Ben İnşaallah yarın sabah uçacağım, akşama..." Cümlesini tamamlayamamıştı. Ablası hüzünlü bir sesle: "Annemiz vefat edeli iki gün oldu. Vefat etmeden önce seni sayıkladı, hep dua etti.." dedi. Ablasının bu sözleriyle kendisini kaybetmiş, bulunduğu yere çöküvermişti. Etrafındaki insanlar kolonyayla kendisine gelmesini sağlamıştı.

Telefon-fax merkezinden ayrılmış, eve gitmek üzere otogara doğru yürüyordu. Annesiyle olan bütün hayatı gözlerinin önünden gitmiyordu. Onu daha çok özleyecekti. Taksiye bindi. Yaklaşık kırk beş dakika sürecek olan yolculuk başlamıştı. Başını cama dayadığı yerde gözleri dalmıştı. Bir el ana şefkatini hissettirircesine omuzunu sıvazlıyor, saçlarını okşuyordu. Kim olduğunu merak edip başını çevirdiğinde, uçak kalkarken onlara nasihat eden, mânevî atmosferinde huzur bulduğu gönül ehli büyüğünü gördü: "Kavuşmak mahşere kaldı. Hepimiz O'na döneceğiz. Sabır evlâdım..." diyordu.

Issık şehrine az bir mesafe kalmıştı. Bir an taksinin teybinde çalan hüzünlü bir şarkının sözleri dikkatini çekti:

Şet jürsem sağınarım/ Uzaklarda, gurbette olsam özlerim
Jabıksam şabınarım/ Özlediğimde seni görmek için çabalarım
Anaşım şalkıp külsen/ Anacığım şakıyıp gülsen
Aldımda uzak jürsen/ Önümde yakın olsan
Jüreğim jir tolgaydı/ Yüreğimde hep neşe var
Könilim ortaymaydı/ Şarkılar söylemek istiyorum.
Anası bar adamdar/ Anası olan adamlar
Eş kaşan kartaymaydı/ Hiçbir zaman yaşlanmazlar.

Annesi ona hayatının her lâhzasında, mutluluklar tattırmıştı. O gerçekte ayrılıp gitmedi. Asla terk etmedi; öğreterek, göstererek hissettirdiği duygularla hep onunla olacaktı. O şimdi daha güzel yerlerdeydi. Sevgiyle mayalanmış gönlü onu hiç mi hiç unutmayacaktı.

Taksiden indi, ücretini ödedi. Hava kararmış, yağmur çiseliyordu. Etrafta hiç kimse görünmüyordu. Ellerini cebine soktu, hızlı adımlarla evine yürüdü.

Dünya bir misafirhane
Konan göçer birer birer
Başa gelen bahane
Baki kalan sade(ce) izler.
Başlık: Ynt: Muhabbet ve Ayrılık
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 25, 2017, 08:07:09 ÖS
 eys bravoo bravoo
Başlık: Ynt: Muhabbet ve Ayrılık
Gönderen: Özgür Kız - Eylül 29, 2018, 10:58:57 ÖÖ


 Emeğine Yüreğine Sağlık