Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» İslami Dini ve Türk Tarihi »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Dini Bilgiler ::.. => Konuyu başlatan: Fatih - Kasım 23, 2013, 11:48:03 ÖÖ

Başlık: Kur’an’dan İnsan Manzaraları-1
Gönderen: Fatih - Kasım 23, 2013, 11:48:03 ÖÖ
Kur’an, Alemlerin Rabbi’nin kelâmı olup, O’nun katından gelmiştir. Bu sebeple verdiği bilgilerde en ufak bir şüphe ve tereddüt mevzu bahis olamaz. İlmin, bilginin en doğrusu Kur’an’dadır. Kur’an, insana lazım olan hemen her hususta birşeyler söylemiştir. Kendine has harika üslubuyla insanoğluna yol gösterir, onu yanlıştan korumaya, doğruyu bulmasına yardımcı olur. Kimi zaman tebşir, kimi zaman tekdir eder, kimi zaman ümit verir kimi zaman da korkutur, kimi zaman gayet sade bir dille herkesin anlayacağı sadelikte bir dil kullanır, kimi zaman ancak Allah Rasûlü’nün izahı ile aydınlanabilecek gizemde mevzuyu ele alır. Bu televvünüyle de okuyana asla usanç vermez, her zaman rengarenk ve taptazedir.

Kur’an’ın bütün harfleri, harekeleri ve noktaları yerli yerindedir. Onda en ufak bir gereksiz cümle, haşviyat kabilinden bir söz, anlamsız bir mana bulunmaz. Hayatın her mevzuuna ışık tutan Kur’an, tevhid ve haşr gibi itikâdî konuları, ibadete ait kuralları ve önemlerini, insanlar arası ilişkileri konu edinen muamelât bahislerini, pekçok ibret ve derslerle dolu geçmiş kavimlerin kıssalarını, hayatın vazgeçilmez umdesi adalet mevzuunu ve daha nice mühim bahisleri insanların idrakine sunar. Kur’an’a içerdiği konulara bakıp da bir akaid kitabı, bir ibadet rehberi, bir tarih kitabı, bir hukuk kitabı, bir sosyoloji veya psikoloji kitabı denemez. Zira, o bütün bu konulara kaynaklık eden ilâhî bir kitaptır. Bu anlamda o bilime de yol gösterir.

Evet, bugün bilimin geldiği nokta ne kadar ileri olursa olsun, Kur’an yine bilime rehber olmaya devam eder ve kıyamete kadar da edecektir. Bilimin hakikatleri ile Kur’an’ın tezata düşmesi asla mümkün değildir. Bugün geldiği seviyede eğer bilim, Kur’an’ın bildirdiğine muhalif bir şey söylüyorsa, bilim henüz Kur’an’ın sunduğu hakikati tam anlamıyla keşfedememiştir, zaman içinde eksikliğini giderecek ve Kur’an’a mutabık bir hale gelecektir. Zira, biz baştan biliyoruz ki, Allah’ın bir diğer kitabı durumundaki Kâinat, bütün kuralları ile Allah’ın kitabı Kur’an’la tam bir uyum arzeder. Aralarında asla çatışma olamaz. Bilim bu iki kitap arasında sadece tercümanlık yapar. Bilim zaman içinde tekamül eden bir olgudur. Dün Newton fiziğin en temel konularında bir fikir ortaya atar, zaman içinde kendince bunu destekler ve kanun gibi insanlığa sunar. Yüzyıllarca insanlık onun insanlığa yaptığı bu katkı ile bir yerlere gelir. Ancak, Albert Einstein gibi biri çıkar bütün ezberleri bozar, yepyeni teorilerle insanlara yepyeni ufuklar açar. Bilim tümüyle oturduğu kaideden kaldırılıp buradaki yeni bir kaidenin üzerine oturtulmuş olur. Biyoloji de bugün böyle bir gayrete muhtaçtır. Zira, evrim üzerine müesses olan biyoloji bilimi, Kur’an’a ve dolayısıyla gerçeklere taban tabana zıt büyük bir yanlışın üzerine bina edilmiştir.

Evet, insanın dünya ve ukbâ saadeti ancak Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hayata hayat yapılması ile mümkündür. Kur’an, insanı Yaratan, onun içindeki boşlukları, zaafları, istekleri, arzuları, ihtiyaçları en iyi bilen Zât’ın kelamıdır. Herşeyi en iyi bilen Zât, Kur’an’la insanlara bilmeleri gereken konuları, bilmeleri gerektiği miktarda ve uslupta sunar. Kur’an’ın insanın değişik zamanlardaki tavırlarını ele alıp tahlil ettiği, zaman zaman onu yanlış davranışı sebebiyle kınadığı, zaman zaman da güzel hareketleri sebebiyle takdir ettiği görülür. Aslında bu tür ayetler insanlar için çok mühim nasihat kabilindendir. Ayetlerin siyak ve sibakı bize kafirlerle alakalı, müşriklerin hallerini bildiriyor olabilir. Ancak, Kur’an’dan istifadenin en mühim kaidelerinden birisi, ayetleri her halükarda kendine hitap ediyormuş gibi kavramaya çalışmaktır. Zira, Kur’an genelde bizzat şahısları değil vasıfları över veya yerer. Kafirde Müslüman sıfatı, Müslümanda da kafir sıfatı bulunabileceğine göre, herkes Kur’an’ın bütünü kendisine hitap ediyormuş gibi algılamalıdır.

Bazı ayetlerde Kur’an genel anlamda insanların karakterlerine değinir. Çoğu insanın yapageldiği davranış biçimlerini ele alır ve değerlendirir. Elbette, Cenâb-ı Hak, bunu yaparken pek çok hikmet gözetmiştir. Bunlardan birisi, insanın kendisini iyi tanımasına yardımcı olmak, en çok yapageldikleri davranışları gözler önüne sererek bunların Allah katındaki durumunu, yanlışı doğruyu göstermek olabilir.

Meselâ, “Sizi karada olsun, denizde olsun gezdirip dolaştıran O’dur. Gemide olduğunuz zamanı düşünün: Gemiler, tatlı bir rüzgârla içindeki yolcuları alıp götürdüğü ve yolcular da bundan ötürü keyiflendikleri bir sırada, birden gemiye şiddetli bir fırtına gelir, dalgalar her taraftan onları sarar ve artık kendilerinin tamamen kuşatılıp bir daha kurtulamayacaklarını zannedince, bütün niyaz ve ibadetlerini yalnız Allah’a yapıp gönülden O’na yalvarırlar: “Ahdimiz olsun ki, eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mutlaka şükreden kullarından olacağız!” derler. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki yine yeryüzünde haksız taşkınlıklar ve türlü yolsuzluklar yapıyorlar. Ey insanlar! İyi biliniz ki taşkınlığınız sadece kendi aleyhinizedir. Elde edeceğiniz en fazla şey, bu fani hayatın geçici menfaatidir. Sonunda dönüp Bizim huzurumuza geleceksiniz ve Biz de yaptıklarınızı size bir bir göstereceğiz.” (Yunus, 10/22-23) ayeti ne kadar da bizi resmediyor.

Hayatın virajlı koridorlarında, sıkıntısız, imtihansız olmuyor. Kimi zaman insan, çaresiz, kimsesiz, iki büklüm ve aciz bir vaziyette kalıyor. Bu hengamede sonsuz bir Kudret’e iltica etmekten başka çaresi kalmıyor. O kadar ki, şiddetli bir depremde, büyük bir yangında veya feci bir trafik kazasının ortasında kendini bulan kimse, ateist bile olsa ilk fırsatta “Allah” diye bağırıyor. Hele de, inancı olan insanlar, bütün isyankarlıkları, günahkarlıklarıyla O’nunla irtibat adına hiç bir köprü bırakmadıkları halde hemen O’na yönelir, O’ndan yardım diler, feryad içinde dua dua yalvarırlar. Belki bin defa söz verirler, bu sıkıntı bitsin bir daha o günahlara girmeyeceğine veya ne emretti ise hepsini bi-hakkın yerine getireceğine. Kimi zaman bu dualar aynıyla kabul görür. Fakat imtihan bitmemiştir. Verilen sözlerin arkası ne olacak? Maalesef, pek çoğu itibariyle insanlar verdikleri sözleri unutur, o sıkıntı anının dehşetine zaman merhem olmuştur. Sanki daha dün dua dua yalvaran yakaran, binlerce ahd verip ağlayan o değildir. Ne kadar da hayatın içinden bir örnek. Hemen herkesin seviyesine göre başına gelen bir hadise. Adeta, Rabbü’l Alemîn merhameti gereği, gittiğimiz yolun krokisini de elimize vermiş ve bu rehbere sık sık göz atın ki, virajları salimen geçesiniz buyuruyor.

Bakın şu ayette Yüce Mevlâ: “Denizde musîbete mâruz kaldığınızda Allah’tan başka yalvardığınız bütün putlar ortada görünmez olur. Ama O sizi kurtarıp selâmetle karaya çıkarınca, Ona arkanızı dönersiniz. İşte öyle nankördür bu insanoğlu!” (İsrâ, 17/67) buyurmaktadır. Bir şey burada dikkati çekiyor. Ayetin ön kısmı müşriklere sesleniyor ancak sonu bütün insanlığa hitapla bitiyor. Ayetten alınacak ders sadece müşriklere has değildir. Herkes bu ayetin şumulü içine giriyor. Bu hal, tavır inanan inanmayan herkesin yapabileceği bir şey olması hasebiyle, başta müşrikler herkes ayağını denk alsın deniyor.

Kur’an bizim bildiğimiz klasik bir üsluba sahip değildir. Ahlaka ait konuları bir yerde anlatsın, ibadete ait konuları bir yerde anlatsın, hukuka ait konuları bir başka yerde toplu ele alsın ve kıssaları da şöylece beraber anlatsın da bunlara birinci bölüm ikinci bölüm densin veya bölümün adıyla ismi verilsin. Bu tarz, ancak bizim idrakimizin seviyesinin bir ürünüdür. Halbuki, şu bir gerçektir ki, bütün bu konular birbiriyle yakın alakadardır. Yani, hukuka ait bir konu işlenirken işin ahlak boyutunu ihmal edemezsiniz. Bilimin en ince konularını ele alırken, mevzunun itikâdî kısmını gözardı edemezsiniz. Pek çok hikmetin yanında işte böyle bir hikmetin gereği Kur’an aynı konuları farklı sürelerde, farklı konuların anlatıldığı yerlerde zikreder. Böylelikle, konular arasında bağ kurulmasını temin eder. Bu da parça parça olan resme daha doğru bir bakış açısıyla bakmayı sağlar. Mesela, bizim bugün ele aldığımız konuyla alakalı hemen hemen aynı minvalde bir diğer ayet başka bir sürede yer alır. “Gemide yolculuk yaparken boğulma tehlikesine düşünce bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yalvarırlar.O da onları kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakarsanız ki yine müşrik oluvermişler!” (Ankebût, 29/65)

Önceki ayetin öncesinde (İsrâ 17/67) Yüce Mevlâ’nın şeytanla olan konuşmasına yer verilir. Şeytan yoldan çıkması sebebiyle ebedî Cehennemlik olduğunu öğrenince, kıyamete kadar izin ister. Allah’a kullarını yoldan çıkaracağını söyler. Yüce Mevlâ, “Şurası muhakkak ki, benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” (İsrâ, 17/65) buyurarak, inanan insanları ihlaslı olmaya davet eder. O düşmanın hilelerinden kurtulmanın en önemli yolunun ihlas olduğunu, Allah’a yakın olmanın önemini belirtir. Bunun ardından da onların başlarına sürekli gelebilecek bir imtihanı bir misalle sunar. Denizde musibete maruz kalan, yalvarıp Allah’tan yardım isteyen kimsenin, kurtulduktan sonra nankörlüğünden bahseder. Bununla işte, sizin düşmanınız, o musibet anında Allah’a verdiğiniz sözlerinizi size unutturur da, verdiğiniz sözleri yerine getirmezsiniz, yine hiç bir şey olmamış gibi eski haliniz üzere yaşamaya devam ederesiniz, der. Bu örnek burada ne kadar mutabıktır.

Ötekisinde ise, Allah’ın verdiği türlü türlü nimetler sıralanır, fakat bütün bu nimetlere karşı insanın hakkıyla şükretmediği haber verilir. Ona dikkat et “Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebût, 29/64) uyarmasını da yaptıktan sonra, onun kolay anlayabileceği tarzda, hayatından bir misalle yaptığının ne kadar yanlış olduğunu bildirir. Burada da bu misalin mevcudiyeti tam muvafıktır.

Bu konu, hemen hemen aynı tarzda bir de Lokmân süresinde ele alınır. “Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında, bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, imanla inkâr arasında ortada kalır. Bizim âyetlerimizi gaddar ve nankör olandan başkası inkâr etmez.” (Lokmân, 31/32) Denizin, geminin, dalgaların misalde verilmesi insanın ne kadar çaresiz olduğuna vurgu içindir. Evet, denizin ortasında, sel gibi yağan yağmurlar, her taraftan gemiye dolan dev dalgalar ve.. imdat edecek Allah’tan gayri hiç kimse yok. Yani esbâb bil-külliye sukut etmiş durumda… Misaldeki her bir unsur hayatımızda bir şeye tekâbül edebilir. Ancak, yukarıda geçen dört ayettede aynı manzara kullanılmıştır. İnsan, bütün bir hayat boyu türlü türlü imtihanlara maruz kalacak, belalarla boğuşacak, ızdırapla inleyecektir. Peki, iradenin zorlandığı, gözlerin hiçbir şey görmediği böyle bir hengamda insan ne yapacak. Belayı atlatınca iş bitmiyor. İmtihan hayatın sonuna kadar. Bu sefer imtihanın yönü değişiyor. Dün bela ile imtihan olunurken, dua dua yalvarma, halini Allamu’l-Guyûb’a arz etme, vaadler verme ve nihayet sabretme ile imtihan olan kimse, bundan sonra da, artık verilen sözlerin tutulması, Hakk’ın arzusu istikametinde hayat sürme va’dinin yerine getirilmesi mevzuunda imtihan edilmektedir. Ölünceye kadar devam edecek ciddi bir imtihan.

Evet, insan nankördür. Yani, Rabbinin nimetlerini yalanlar, verdiği nimtlerden çok sıkıntıları, çileleri anar. Yani, az şükreder, nimetin kadrini bilmez de onu hafife alır. Ancak, ihlasa erenler ve erdirilenlerdir ki, nimeti Veren’i iyi bilir ve gücü nisbetinde O’na hamdeder.
Başlık: Ynt: Kur’an’dan İnsan Manzaraları-1
Gönderen: Özgür Kız - Eylül 30, 2018, 03:59:19 ÖS
 eys