Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» İslami Dini ve Türk Tarihi »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Dini Bilgiler ::.. => Dini Hikayeler ve Menkıbeler => Konuyu başlatan: SeuĿ. - Aralık 23, 2013, 11:29:16 ÖÖ

Başlık: Hayâyla Gelen Yükselişler
Gönderen: SeuĿ. - Aralık 23, 2013, 11:29:16 ÖÖ
Hayâ sahibi olmak ve hele hayâda zirveye ulaşmak ne basit bir  iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş... Hayâ, imandandır ve imandaki  terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme ve derinleşme yaşanmaktadır.  Hayâda zirveye doğru yolculuk, özellikle de, Semi’, Basîr, Alîm, Latîf,  Habîr gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla birebir alâkalıdır.   
 
 
 BİR HADİSİNDE, “Ashâbım yıldızlar gibidir”  buyurmuştur Hz. Peygamber. Onun her biri ‘yıldızlar gibi’ ışık saçan  sahabileri içinde Hz. Osman’ın misali, deyim yerindeyse, baska yıldızların ışıltısı arasında kendini pek belirli etmeyen bir yıldız, meselâ kutupyıldızı misalidir. Kutupyıldızı gibi... Çünkü, tıpkı onun gibi, Hz. Osman da, ilk bakışta kendini göze farkettiren bir ışık yaymaz. Ama nisbeten zayıf ışığıyla birlikte kutupyıldızı çağlar boyu insanlara yön ve yol gösteren bir yıldız olageldiği gibi, Hz. Osman da bindörtyüz yıldan beri bir yol, bir iz sunmuştur Allah’ın hak yolunun yolcularına.
 
 Oysa, bir kez daha belirtelim, Asr-ı Saadetin büyük  olayları içerisinde, Hz. Osman’ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz.  Peygamber’in hayatını yahut İslâm’ın ilk asrına dair kitapları okuyan  herkes, bu örnek asrın hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz.  Hamza, Hz. Ali, Hz. Talha gibi parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu  simalar arasında Hz. Osman bir derece geride durur. Zira, onun, bu  yıldızlar kümesi içinde özellikle seçilip ayırt edilmesini temin edecek  olan, özellikle öne çıktığı belirli bir olay, bir gazve yoktur. O ne Hz.  Ebu Bekir misali, Mirac vesilesiyle söylediği söz veya Resûl-i Ekrem’e hicrette arkadaşlık veyahut hastalığında ona vekaleten ümmete namaz kıldırma gibi bir sebeple temayüz eder; ne Hz. Ömer gibi putperestliğin en keskin müdafii olarak nam salmışken bir iman kahramanına dönüşme gibi  bir hadiseyle öne çıkar; ne de, Bedir’de Hamza’nın, Uhud’da Talha’nın,  Hayber’de Ali’nin durumuna benzer bir kahramanlığı sözkonusudur. Asr-ı  Saadet’e dair kitaplarda Hz. Osman hep vardır; ama hep bir derece  gizlidir, saklıdır, gerilerdedir, pek öne çıkmamaktadır.
 
 Bu  durum, insana, buna rağmen onun niye sahabiler arasında makamca ve faziletçe üçüncü sırada sayılabildiğini sordurur ve düşündürür. Hele hele, onun, Resûlullah’ın ‘ilim şehrinin kapısı’ övgüsüne mazhar olmuş olan, nitekim bizatihî “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen, öte yandan ‘Allah’ın aslanı’ diye nam salmış Hz. Ali’den dahi faziletçe ve makamca üstün kabul edilmiş olmasını anlamakta akıl ciddi biçimde zorlanır. Nitekim, benim aklım zorlanmış, yıllar yılı, Hz. Ali’nin ondan daha üstün olduğu düşüncesini taşımıştır.
 
 Maamafih,  sahabilerin her biri, elbette üstün insanlardır. Hele Aşere-i Mübeşşere, üstünlerin üstünüdür. Bu on en güzide sahabi içinde Hz. Ali’nin üstün meziyetleri ise, apaçık ortadadır. Peki, ne olmuş ve nasıl olmuştur da, Hz. Peygamber döneminde yaşanmış herhangi bir özel hadisede veya savaşta pek de öne çıkmayan, nisbeten gerilerde duran, o yüzden Asr-ı Saadetteki büyük olayların akışı içinde insanın çoğu zaman varlığının farkına dahi varmadığı bir sima olarak Hz. Osman, bütün bunlara rağmen makamca en üstün üçüncü sahabi olarak kabul olunmaktadır? Bedir’de bulunamayan, Uhud’da ise savaşın sonuna doğru yaşanan kargaşa ve bozgun halet-i ruhiyesi içinde oraya buraya kaçışan sahabiler arasında yer alan Hz. Osman, baskaca bir savaşta veya baskaca hadiselerde de en önde gözükmeyen bir isim olduğu halde, neye binaen, sahabiler arasında makamca ve faziletçe en üstün üçüncü kişidir?
 
 Şahsen, bu soruya yıllarca zihnimde saklı tutmuşumdur.
 
 Elbette,  siyer kitaplarında, onun adı hiç geçmiyor değildir. Kendisinin ilk  Müslümanlardan oluşu, İslâm’ı seçişinden dolayı ailesinin kendisine reva  gördüğü eziyetler, Habeşistan’a hicret edenlerden oluşu, Medine’ye  hicretin akabinde Rûme kuyusunu satın alıp vakfedişi, Hudeybiye’de Hz.  Peygamber tarafından Mekke’ye elçi olarak gönderilişi, Tebük gazvesinden  önce yaptığı külliyetli bağış, Hz. Peygamber’e iki kez damat oluşu...  bütün bunlar siyerlerde elbette mevcuttur. Ancak, ne Ebu Bekir’in  müşrikler Mirac hakkında kendisine kanaatini sorduklarında söylediği  söz, ne Ömer’in İslâm’a gelişi, ne Hamza’nın aslan avından dönüp de  Kâbe’de Ebu Cehil’e o büyük hiddetini sergileyişi, ne Ali’nin Hayber’de  gösterdiği yiğitlik, ne de Talha’nın Uhud’da vücudunu Hz. Peygamber’e  siper edişi türünden destansı hadiseler değildir bunlar.
 
 Lâkin,  Hz. Osman, Aşere-i Mübeşşere’dendir. Hem de, onlar arasında, üçüncüleridir. Diğer bir deyişle, cennetle müjdelenen sahabilerini ziyaret ettiği gün, kapısı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam tarafından bu müjde ile çalınan üçüncü sahabidir. Hz. Peygamber’e halifelikle şereflenenler arasında da, tarihçe, üçüncü sırada yer almaktadır.
 
 Bu durumda, aklıma takılan soruyu ve muammayı çözme  çabası içinde, her biri ‘yıldızlar gibi’ olan sair sahabilerin öne çıkan  vasıflarını gözardı etmeden, zahiren bir parça geride duran Hz. Osman’ı  öne çıkan vasıflarıyla tanıma imkânı buldum ve bu vasıfların her  birinin, esasen bizler için de birer hayat rehberi olarak karşımızda  durduğunu gördüm.
 
 Ki, Hz. Osman denildiğinde akla gelen  vasıflardan ilkini, ‘hayâ’ teşkil ediyor. Hadis külliyatlarından,  bizatihî Resûl-i Ekrem’in (asm.) onu hayâsı ve edebi ile övdüğünü  okuyoruz. Keza, yine Hz. Peygamberin, hayâsından dolayı ona karşı hususî  bir ihtiramda bulunduğunu bildiren hadisler de çıkıyor karşımıza.
 
 Hz.  Osman’da temayüz eden bir vasıf olarak hayânın onun nice büyük ve parlak yıldızı dahi geride bırakacak şekilde faziletçe o derece yükselmesine nasıl vesile olduğunu ise, en başta, yine Resûl-i Ekrem’in hayâya dair hadisleri sayesinde anlıyor insan. Nitekim, her iki Sahîh’te  ve Kütüb-i Sitte’nin altı kitabından beşinde mevcut bir hadisinde “Hayâ  imandandır” buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Onun, yine her iki  Sahîh’te yer alan, ve Kütüb-i Sitte’nin hepsinde bulunan bir baska hadisi ise, “Hayâ imandan bir şubedir” diye bildiriyor. Yine Hz. Peygamber’in öğrettiği üzere, “Hayânın hepsi hayırdır” ve “Hayâ ancak hayır kazandırır.”
 
 İşte, hayânın niye ‘imandan’ ve de ‘imanın bir  şubesi’ olduğunu anlayabildiği ölçüde, hayâsı karşısında ‘meleklerin  dahi kendisinden utandığı’ Hz. Osman’ın neden bu derece yükselebildiğini  de anlıyor insan.
 
 Bunu anlamak için ise, önce şu iki sorunun  izini sürmesi gerekiyor: İnsan nasıl hayâ duyar? Yahut, hangi durumlarda  daha hayâlı davranır?
 
 Kendi hayatlarımız dahilinde tecrübe  ettiğimiz üzere, hayâyı, yani utanma duygusunu en yoğun biçimde  yaşadığımız haller, ‘görüldüğümüzü’ ve ‘izlendiğimizi’ bildiğimiz  hallerdir. Yalnız kaldığımızda yapabildiğimiz birçok şeyi, birisi  tarafından izlendiğimizi biliyor isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtratın  kerih gördüğü, insana fıtraten sevdirilmemiş olan bazı şeyleri uluorta  yapmaktan bizi alıkoyduğu gibi, günahtan da sakındırır. Kişi hayâsı  ölçüsünde açıkça günah işlemekten çekinir, ve hayâsızlığı ölçüsünde  alenî günah işler. Bizi tanıyan birinin bizi o halde görmesi endişesiyle  gelen psikolojik utanç, çoğu kez, nefsin günaha davetine rağmen, insanı  günahtan alıkoyar. Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda  utanılası fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha  daha rahat düşebilirler. (Ki, bundan dolayı, yanında bir tanıdığı  olmadan tek başına yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda  şeytanın insana yol arkadaşı olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu  bâbdaki hadislere binaen, refakatinde bir baska mü’minin olduğu halde  yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.)
 
 Günahtan sakınma noktasında  hayânın yanımızda baska insanların olduğu durumlar ile yalnız başına  kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule getirdiğini kendi  hayat tecrübemizle biliyoruz açıkçası.
 
 Peki, insan yanında baska bir insan yokken, yani yalnız başına iken gerçekten yalnız mıdır?
 
 Hayır.  Yanında bir insan yokken de yalnız değildir insan. O’nun Semi’, Basîr,  Latîf, Habîr, Alîm bir Rabbi vardır. O’nun Rabbi, Semi’, yani işitendir.  Basîr, yani görendir. Latîf’tir, her yere nüfuz eder; Habîr’dir,  herşeyden haberdardır; Alîm’dir, herşeyi bilir. Sem’, basar ve kudret,  yani görmek, bilmek ve işitmek, O’nun sıfatları arasındadır. Dahası,  Semîu’l-Basîr ve Alîmu’l-Habîr olan Rabbimizin, her işe müekkel  melekleri olduğu gibi, insanın fillerini kaydeden melâikesi de vardır.
 
 Yani,  insan her an Rabbinin huzurundadır ve melekler her an yanıbaşındadır.  Allahu Teâlâ ve vazifeli melekleri, insanla her an beraberdir.
 
 İnsan,  bu gerçeği kavradığı ölçüde ‘yalnız’ iken de yalnız olmadığını bilir;  ve bu gerçek aklında kaldığı müddetçe insanların yanında işlemeye  utandığı günahtan yalnız iken de sakınır. Zira, bilir ki, etrafında  insanlar yoksa bile, Semî ve Basîr olan Rabbinin huzurundadır ve  melekler de yanıbaşındadır.
 
 Bu açıdan baktığımızda, hayâ  imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira, hayâ duygusunun  varlığı ve inkişafı, Allah’ı Basîr (herşeyi gören), Semi’ (herşeyi  işiten), Alîm (herşeyi bilen), Latîf (herşeye nüfuz eden), Habîr  (herşeyden haberdar olan) gibi isimleriyle tanıyıp bilmeye, her an böyle  bir Rabbin huzurunda olduğu gerçeğinden gaflet etmemeye, yani iman-ı  Billaha ve iman-ı Billah içindeki marifetullaha bakmaktadır. Yanısıra,  melâikeye imana da...
 
 Fıtratımıza konulmuş hayâ duygusu, Semi’ ve  Basîr olan Allah’a ve meleklerine imandaki terakki sayesinde  gelişmekte; hayâ duygusunun gelişmesiyle de, insan takvâ zırhıyla  donanıp pek çok günahtan ve pek çok çirkin halden sakınıp korunarak,  Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir edeceği salih ameller işlemeye  yönelmektedir.
 
 Kısacası, hayâ sahibi olmak ve hele hayâda zirveye  ulaşmak ne basit bir iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş... Hayâ,  imandandır ve imandaki terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme ve  derinleşme yaşanmaktadır. Hayâda zirveye doğru yolculuk, özellikle de,  Semi’, Basîr, Alîm, Latîf, Habîr gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir  kavrayışla birebir alâkalıdır.
 
 Hayâ ile iman arasındaki bu  birebir ilişkidir ki, Hz. Osman gibi bir sahabi, Ashâb-ı Kirâm’ın  Resûlullah’ın yanında Allah adına giriştiği savaşlarda iz bırakan büyük  bir kahramanlığı görülmediği halde, hayâsıyla şöhret bulmuş bir kişi  olarak, sahabilerin en üstünleri arasındadır. Osman (r.a.), imandan bir  şube olan ve dillere destan olmuş hayâsı sayesinde, mertebece Hz.  Ebubekir ve Ömer’in hemen ardında, üçüncü sırada anılmaktadır.
 
 Hayâdaki  bu sırrın, Hz. Osman’daki hayâ halinin, ve onun hayâ ile gelen yükselişinin, şu zamanın günaha çağıran binbir kapısı karşısında bunalan  ahir zaman mü’minleri için de hem bir kurtuluş reçetesi, hem de bir  yükseliş imkânı sunduğunu düşünüyorum. Bizler de, Hz. Osman misali,  Allah’ı sözkonusu isimlerinin azamî mertebesinde tanır ve de bu isimlerden gafil olmaz isek, keza kudsî meleklerin hayatımızın her anında bize yoldaş olduğunu bilir—yani, melâikeye imanda da terakki eder—isek, umulur ki, hayâ halimiz o derece inkişaf eder; ve hayâdaki inkişafımız nisbetinde de, nefis ve şeytanın bizi günaha sevketmesi zorlaşır.
 
 Ne mutlu hayatını hayâyla hayatlandıranlara! Ne mutlu,  bir kutupyıldızı misali, hayatında ve hayâsında Hz. Osman’ı kılavuz  tutanlara!
 
 
 
 
 Metin Karabaşoğlu
Başlık: Ynt: Hayâyla Gelen Yükselişler
Gönderen: вαşκαп - Mart 25, 2016, 03:02:44 ÖS
 cgp
Başlık: Ynt: Hayâyla Gelen Yükselişler
Gönderen: Özge - Mart 28, 2016, 07:11:57 ÖS
 cgp
Başlık: Ynt: Hayâyla Gelen Yükselişler
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 26, 2017, 06:30:18 ÖS
 eys bravoo bravoo
Başlık: Ynt: Hayâyla Gelen Yükselişler
Gönderen: Özgür Kız - Kasım 10, 2017, 02:12:28 ÖS
Emeğine Yüreğine Sağlık