Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Konuyu başlatan: Fatih - Şubat 27, 2014, 01:39:55 ÖS

Başlık: Varlığın Mânâ Buudu
Gönderen: Fatih - Şubat 27, 2014, 01:39:55 ÖS
Varlığın mana buudu, ona açık olanlar için kat’iyen bir vehim, bir hayal, bir kuruntu, bir hezeyan değil; o bir vak’a ve bir iç sistemdir. Varlığımızın, kabul edilir şekildeki izahı, hayatımızın sırrı, yaratılışımızın gayesi, ebediyetle alakalı arzularımızın gerçekleşmesi ve bütün bu hususlarla alakalı düşüncelerimizin inandırıcı ve tatmin edici olabilmesi, vehimlerimizin, kuruntularımızın eriyip gitmesi ancak böyle bir mana buuduyla kabil görünmektedir. Mana buudu icmalî imanın yolu, marifetin. onu zirvelere taşıyan ışıktan helezonu, aşk u iştiyakın burakı, cezb u incizabın da çağrısıdır. Her mü’minin kainat görüşü, her marifet erinin yol azığı, her aşığın iç dinamizmi, her hak erinin sönmeyen hyecanı hep o buudun engin havuzundan beslenir. Köklerini böyle bir mebde’ ve kaynağa salmış ruhlar, gönüller ve bu ruhlardan, gönüllerden taşan duygular, düşünceler öyle metafizik bir manzûme teşkil ederler ki, bu sayede, mikro alemden makro aleme kadar her şey anlaşılır bir tertibe girer ve adeta her kelimesi yerli yerine oturmuş düzgün bir cümle haline gelir.

Sebepleri, saikleri bahis mevzuu olmadan herhangi bir şeyin sevilmesi, ona aşık olunması düşünülemeyeceği gibi, herkesin, her zaman mana buuduna açık bulunması da söz konusu değildir. Bazıları, daha doğarken ona açık olarak doğar, bütün bir ömür boyu bu istidadını geliştirir ve belli bir devreden sonra da topyekün mekanları, zamanları kuşatacak bir istiâba ulaştırırlar. Bunlar, sonsuz denecek ölçüde, mana ve metafizik derinliğe bir iştiha içinde hayatlarını sürdürür ve yol boyu hiç doyma bilmeyen açlar gibi yaşarlar. Aynı yollarda, alemin elde ederek doygunluğa ulaştığı, bulup ülfet eftikleriyle zaman zaman isteksizleştiği maddi ve cismani fenomenlere bedel bunlar, realitenin sınırlarını aşkın, kalbi hayatlarıyla doludizgin hep sonsuz bir iştiyakla yepyeni yollarda yürür, farklı menzillerde konaklar, uğradıkları her menzili o andaki hali ve öncekiler sonrakilerle olan münasebetleriyle bir hikmete bağlar; marifet, muhabbet ve zevk-i ruhani adına sürekli bir arzu, bitmeyen bir iştiyakla Mecnun gibi “Leyla” der dolaşır ve ufuktan ufka koşarlar.

Yaratılanın Yaratan‘la böyle bir aşk u iştiyak münasebeti, fani ve gelip geçici varlıkların başkalaşma ve özüyle ikinci bir var oluşa ererek sonsuzlaşma ufkudur. Diğer bir yaklaşımla böyle bir münasebet, aşığın kendi varlığından sıyrılarak, nuranileşip, manevileşip, Maşukunun varlığında eriyerek bütün bütün O’nun iradesine teslim olmasıdır. İşte, böyle manevi bir zirveleşme ,.sayesindedir ki, bu noktaya ulaşan her ruh, kendi safveti ölçüsünde şeffaflaşır, zerre iken bütün varlığı istiab edecek bir genişliğe ulaşır ve topyekün kainatların bir “ahsen-i takvim” i haline gelir. İmanla başlayıp marifetle gelişen, muhabbetle derinleşip aşkla sonsuzlaşan böyle bir münasebet, Hakk’ın bizde aradığına bizim bir çeşit cevabımızdır ki; böyle bir münasebet içinde her zaman kemmiyetsiz-keyfiyetsiz Allah görünür ve hep sonsuz bir huzur dalgalanır durur. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan bütün enbiya ve evliyaya uzanan çizgide binlerce ruhu, hatta çizgi farklılığı içinde Musset’ten Pascal’a, St. August’tan Jeans’a kadar binlerce aşk kahramanını pervaneler haline getiren böyle bir haz ufkuna karşılık; insanın düşünce atmosferini karartan, onun gönlünü kasvetle bürüyen, hafta bütün bir hayatı onun için kuyu içinde kuyu haline getiren firavunca zulüm ve çalım, nemrutça inhiraf ve çarpıklık, Nietzsche’ce hezeyan ve çılgınlık, Schopenhauer veya Maarri’ce ufuksuzluk ve bedbinlik ise tam bir felaket mustatilidir. Birincilerin bu dünyayı, insani kemalat ve semavileşmenin bir helezonu gibi kullanmalarına mukabil, ikinciler, kendi ruhlarında hasıl ettikleri karanlıklara gömülerek kendilerini ebedi ölüme mahküm etmişlerdir.

Daha baştan manevi hayata açık olanlar, ya da sürpriz bir inayetle sonradan böyle bir ufka uyananlar -yer yer yolları karanlıklara uğrasa da- hep ışıkla iç içe yaşar ve ömür boyu ziya avlarlar. Öyle ki bunların her sıkıntısı yeni bir açılmanın başlangıcı, her ızdırapları da bir yeni viladetin doğum sancısıdır.

Evet, yeryüzünde hemen bütün inşirahlar her zaman, sıkıntıyla beslenmiş ve tazyiklerin bağrında gelişmiş; her aşk u şevk dönemi de bir ızdırap ve çile faslıyla gerçekleşmiştir. Yunan düşüncesi kemalini tefekkür ve tecessüs vadilerinde aşk u ızdırapla elde ettiği gibi, Rönesans hareketi de hakikat aşkı ve araştırma iştiyakıyla beslenerek gelişmiştir. Bu ölçüde diğer tarihi tekerrürler devr-i daiminin mana buudu ise üzerinde hususi olarak durulmaya değer ayrı bir konu...

Bizim dünyamızda sonsuzluk tutkusu, hakikat aşkı, sistemli tefekkür ve tecessüs başka hiçbir millette olmayacak ölçüde bir patlama dönemi yaşamış ve doğrudan doğruya ya da dolaylı yollarla asırlarca cihana ışıklar saçmıştır. Böyle bir altın çağın arkasının getirilmesini çok arzu ederdik.! Ama ne acıdır ki, sayılamayacak kadar pek çok sebepten ötürü zaman, sonraki dönemlerde bizim aleyhimizde beklenmedik acı yorumlar ortaya koymuştur. Bugün yeniden zamanın cereyanına kendi boyamızı çalabilmemiz için insan üstü gayretlere ihtiyaç var. Böyle bir gayret sergileyip çile ve ızdırapla gerçek karakter ve istidadımızı öne çıkararak, düşünce ve hayat dantelamızı ona göre örgüleyeceğimiz ana kadar da sürüm sürüm olmamızın yanı başında, ne kendi orijiniyle dini hayat, ne san’at, ne ilim ne de kendi kaynaklarımızdan beslenen bir ahlaki hareket mümkün görülmemektedir, mümkün görülmemektedir; zira marifet ve aşk sermayesinden mahrum fertler gibi, aynı mahrumiyeti yaşayan milletler de çökmeye, çözülüp dağılmaya mahkumdurlar.

Evet, mana derinliği olmayan ve metafizik düşünceye kapalı bulunan ruhlar, gün gelir bütün bütün hayati dinamiklerini kaybederek, tamamen hazan yemiş yapraklar gibi savrulur giderler.

Bir millet bu hale gelince, yavaş yavaş kültür hareketleri durgunlaşır, genç-ihtiyar her kesimiyle toplum yorgunlaşır, ilim yuvaları şablonculuğa teslim olur; düşünce ve ilim sözcükleri gerçek mana ve muhtevalarını yitirir, ve her şey talihsizleşen ilim yuvalarının aktörlerine bir caka ve çalım vesilesi haline gelir. Oysaki, Eski Yunan’da olduğu gibi hicri 4.asırda, bütün İslam dünyasında ve batının Rönesansa yürüdüğü yıllarda o müthiş gelişmeler hep binbir sancının bağrında filizlenmiş; hakikat aşkı ve marifet sevdasıyla beslenmiş; sanat- la, teknolojiyle resimlendirilmiş, sonra da toplumların ruh ve mana değerleriyle uzlaştırılarak tarihe emanet edilmiştir.

Bir-iki asır var ki, bizim dünyamızda tam bir körlük, ciddi bir ruh zaafı ve kalb aritmisi yaşanmaktadır. Öyle ki gözler hiçbir şey görmemekte, kulaklar hiçbir şey işitmemekte, vicdanlar da, her şeyi maddede arayanların “hay-huy”u arasında kendi seslerini duyuramamaktadır. Böyle bir dünyada ilim kör, diyanet topal, sanat mefluç, idare tearuzlar-tesakutlar ağında tutarsız, siyaset çıkar ve alkışa endeksli, ilim adamları madalya ve plaket aptalları, genç nesiller çakırkeyf ve serazat hezeyan içinde, kuvveti temsil edenler istibdat ve zulme esir, buna karşılık yığınlar da meskenet ve zilletle inim inimdir. Ve işte böyle bir toplumda belki okuyan, düşünen, araştıran, sanat düşleyen çok insan olabilir; ama bunlar içinde çeşitli sefaletlere başkaldıran ve gönüllerinin derinliklerinde inzivaya çekilerek kendi ruh gücünü keşfetmeye çalışan insan sayısı fevkalade azdır. Buna karşılık, her biri bir putun peşinde, her biri bir beklentinin tarassudunda, ilme saygısız, ahlaka karşı bigane, hakikat tutkusu itibarıyla sığ ve kendi değerlerine sahip çıkma açısından da olabildiğine vefasız fertler de sayılmayacak kadar çoktur. Gariptir, böyle bir toplumda, hafife alınan ve her zaman küçük görülen halk yığınları hem sesleri, hem sözleri, hem de şahsiyetleri itibarıyla; kafaları kalbleri kadar karışık, duyguları düşünceleri kadar tutarsız ve sürekli mihrap değiştirip duran bir kısım elit kesimden daha istikrarlı bir görüntü sergilemektedider.

Zannediyorum millet olarak bizim başka şeye değil, bizi böyle bir fakirlik ve uyuşukluktan kurtaracak ve bize kendi ruhumuzun sesini duyuracak “ateşten sine”lere ihtiyacımız var. Öyle anlaşılıyor ki, bu samimi sineler her biri adeta bir mağma gibi gönüllerinden fışkırtacakları lavlarla, milletimize her yerde yeni mecralar meydana getirip, bizi talihimizin ufkuna yönlendirecekleri ana kadar hep bu durgunluğumuzun dezavantajlarını yaşayacak, günde birkaç defa ölüp ölüp dirilecek ve kat’iyen belimizi doğrultamayacağız. Her yerde metafizik ve maneviyata yönelmenin başladığı şu günlerde, Allah’tan, iradelerimize ter, ufuklarımıza da aydınlık bahşetmesini diliyoruz.
Başlık: Ynt: Varlığın Mânâ Buudu
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 24, 2017, 08:29:18 ÖS
 eys bravoo bravoo
Başlık: Ynt: Varlığın Mânâ Buudu
Gönderen: Özgür Kız - Eylül 30, 2018, 01:36:47 ÖS
 eys