Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Hikayeler & Öyküler => Konuyu başlatan: Fatih - Mart 01, 2014, 03:50:16 ÖS

Başlık: Bir Şehidin, Evlâdına Nasihati
Gönderen: Fatih - Mart 01, 2014, 03:50:16 ÖS
(http://www.sizinti.com.tr/img/spotimg/422/5925.jpg)

Bunlar niye daha önce benim aklımdan geçmedi, diyor. Hiç düşünemedim.

Irmağın kıyısına varıyor.

Eğilip, kurumuş dudaklarıyla ırmağın coşkunluğundan nasiplenmek istiyor. Tuhaf bir beyazlık gözlerini alıyor. Dudaklarını ırmağa dokunduracakken birden irkiliyor. Doğruluyor.

Su değil, bu su değil. Irmaklara ne olmuş böyle?

Âşinası olduğu buğulu bir koku ciğerlerine doluyor. Gülümsüyor. Eğilip içiyor. İçtikçe ilk defa hissettiği bir lezzetle sermest oluyor. Nefesleniyor, tekrar içiyor. İçtikçe içesi geliyor. Neden sonra "Çok şükür, elhamdülillah!" diyor. Elinin tersiyle ağzının kenarlarını silecekken, hiçbir izin olmadığını fark ediyor.

İz bırakmayan bir şey mi içiyorum ben, Allah Allah bu ne hâldir böyle, diyor. Rüya mı görüyorum yoksa?

Şaşkınlık nöbeti devam ediyor.

Gözleri eşyanın ahvalinde.

Şaşkınlık ve hayret, ışıktan bir koridor gibi uzanıyor. Etrafı süzüyor. Adımları çarpık, yabancısı ve hayranı olduğu bu yerde adım atmayı unutuyor. Yer yer bir ayağıyla diğer ayağının üstüne basıyor.

Bir kuş hadi gel diyor, gel. Seher yelinin tenine dalga dalga dokunuşu gibi, kulaklarında çoğalan tatlı bir nağme. Yakın bir yerden kuş, sesleniyor.

Adımları düzelmiş, yalpasız yürüyor. Çimenlerin çiy damlası yumuşaklığını hissediyor. Az ötedeki kuşa doğru, gittikçe artan bir merakla yürümeye devam ediyor. Yanıldım herhâlde diyor, şaşırdım.

Kuş biraz daha ileride.

Sırça köşkleri temaşa eyliyor yürürken. Sanki lâcivert gecelerin ışıltılı yıldızlarını seyrediyor. Sanki hiç görmediği tül tül bulutları. Bir bardak çayın üstündeki buğu gibi bulutlar. Gümüşten kemerli köşklerden şen kahkahalar taşıyor. Köşklerin kamelyalarından yükselen kadife sesli çocukların şarkıları, kuş sesine karışıyor.

Hayreti artacak yerde azalıyor.

Hayret.

Bir kabulleniş, gözbebeklerinden gelip kalbinin cümle kapısından ruhuna doluyor.

Hayret bir makam mıydı yoksa diyor. Ben o makamda mıyım şimdi? Kalın dudaklarına tatlı bir tebessüm konuyor. Bir söğüdün ince yeşil yaprağı, usulca sol yanağındaki gamzeye dokunuyor.

Tebessümleri çoğalıyor.

Ne de uzaktan geliyormuş bu kuş sesi diyor.

Yoksa kuş, benim içimde mi ötüyor? Ben kuş muyum?

Gülüyor. Güldükçe gamzeleri daha bir belirginleşiyor.

Köprünün yanı başında bir ağaç görüyor. Bir kuş, daldan dala sekiyor. Kanatlarında tam olarak ayırt edemediği renkler. Buz mavisi diyecekken turkuaz oluveriyor. Kanatları kızıldan pembeye çalıyor. Kuşun tiz perdeden sesi, daldan dala sekerken kesintiye uğruyor.

Tükenmiş şaşkınlığıyla, derin hatıralara dalıyor. Evet, bu ağacı bildim diyor. Babaannemin beni teselli uykularına yatırırken anlattığı ağaç bu. Dalları rüzgârda konuşan ağaç. O sıra bir rüzgâr esiyor. Bir güftenin perde perde yükselen nağmeleri gibi bir rüzgâr. Ağacın dallarında bir hışırtı. Ağaç daha bir güzelleşiyor. Tavus kuşu gibi açılıyor, yayılıyor. Şaşırmayacağım artık dese de, bir taze şaşkınlık gelip konuyor gözbebeklerine.

Tuğba, Tuğba… Tuğba ağacı.

Hadi gelsene.

Sağına soluna bakınıyor. Her taraf gölge. Gölgeler bitmek bilmiyor. İçinde bitmeyen bir serinlik.

Kuş bir ötüyor, bir konuşuyor.

Hangi rüyadan çıkıp geldi bu kuş? Hangi ülkeden?

Kuş şimdi de ötmeyi bıraktı, benimle mi konuşuyor? Kuşlar burada böyle mi konuşur? Bu kuş dersini papağandan mı aldı yoksa? Kuş dilini anlayan ben, Süleyman'dan ders almadım ki!

Allah'ım bu nasıl bilmece?

Biraz daha yaklaşıyor. Tanıdık bildik bir koku, hatıralarını çağırıyor. Uzak, çok uzak bir koku.

Ağacın az ilerisinde, köprünün başında biri beliriyor. Süt beyazı bir atın sırtında. Atın alnı siyah sekili. Kır yeleleri, nazlı nazlı dalgalanıyor. Toynaklarıyla yeri eşeliyor. Şaha kalkmanın arifesinde.

Uzaktan seçmeye çalışıyor. Seçemiyor. Atın gölgedeki ışıltısı gözlerini alıyor. Güneş ne yandaydı diyor, güneş döndü mü? Vakitler niye geçmiyor? Gölgeler niye uzun böyle? Gölgede hangi parıltı olur ki? Gölgeyi ne aydınlatır, ne ışıtır?

Bir vakit daha etrafına bakınıyor.

İlk şaşkınlığına geri dönüyor. Tuğba ağacının altında yürümeyi yeniden unutuyor. Rüyalardaki gibi. Koşmak isteyip de koşamayışları gibi.

Kalb atışları hızlanıyor.

Köprünün başındaki atlı yaklaşıyor. O yaklaştıkça ayaklarını hiç kımıldatamaz oluyor. O yaklaştıkça yerinde sayıyor. Sırma işlemeli, bal sarısı kaftanına takılıyor gözleri. Sonra yüzünü seçmeye çalışıyor. Soluk fotoğraflardaki gibi, albümlerden çıkıp gelen bir yüz.

Göğsünde kırmızı kurdeleli sarı bir nişan.

Ben bu yüzü tanıdım. Fotoğraflardan tanıdım ben bu yüzü. Annemin defne kokulu çeyiz sandığında sakladığı albümlerden çıkıp gelen bir yüz bu.

Sesi çatallanıyor. Çatallandıkça çoğalıyor. Dizlerini bir titremedir alıyor.

Hadi gelsene oğlum.

Bir kuş sesi gibi içli, bir ırmak gibi çağıltılı.

Hiç kimse kendine bu sözleri böyle söylememişti bugüne kadar.

Oğlum…

Baba, sen misin baba?

Ağaçtaki kuşun ötüşü artıyor, süt ırmağının çağıltısı çoğalıyor. Rüzgâr uzaklardan, çok uzaklardan kokularla birlikte hatıraları getiriyor, Tuğba ağacının dallarına asıyor. Hatıralar yapraklarla birlikte salınıyor.

Sen hayal ettiğimden de heybetliymişsin babacığım, diyor.

Bakışları çiçekleniyor.

Beni nasıl hayal ediyordun ki?

Annemin bana gösterdiği fotoğraflardaki gibi.

Fotoğraflar sureti verir, mânâyı vermez ki evlât.

Ya sen beni nasıl buldun?

Ben seni hiç kaybetmedim ki bulayım. Zaten hep yanı başındaydım.

Nasıl yani? Ama ben seni hiç görmedim ki?

Ama ben hep görüyordum. Dedim ya yanındaydım.

Keşke ben de seni görebilseydim.

İzin o kadar evlât.

Bir süre sarmaş dolaş olup susuyorlar. Yaprakların hışırtısını, kuşların gittikçe artan cıvıltısını, ırmağın çağıltısını, ipek sesli çocukların şarkılarını dinliyorlar.

Dinledikçe, huzura eriyorlar.

Birbirlerinin kalblerine kulak veriyorlar.

Kalb yamacında bir kuş şakıyor. İçinin ırmakları köpük köpük çağlıyor. Sadece şimdi yaşamış gibi yaşıyor zamanı. Annesi şu sırça saraydan çıkıp gelecekmiş gibi yaşıyor ânı. Babaannesi elinde tespihiyle, gülümseyerek pencereden sanki kendilerini süzüyor.

Sırça sarayı, kısa yaz gecelerinde yıldızlı semayı seyreder gibi bir kere daha seyrediyor. Sonra babasına dönüp soruyor.

Burada nasılsın baba?

Burada nasıl olunması lazım geliyorsa öyleyim. Ama bazı vakitler beni bir sıkıntı basıyor.

Onlar hangi vakitler baba?



***

Yavruma ne olduysa o rüyanın sabahında oldu.

O gün, hadi yavrum kalk dediğimde hızla doğruldu. Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Gözleri kanlanmıştı. Donuk ve tedirgindi. Alnında ter boncuk boncuktu. Ne yalan söyleyeyim korktum. Zaten öteden beri üzerine çok titriyordum.

Onu öyle görünce, ben daha bir tuhaflaştım. Dilim damağıma yapıştı. Tansiyonum çıkmasın diye yeleğimin cebindeki dilaltı ilâcımı aldım.

"Babaanne saat kaç, vakitler çıktı mı babaanne?"

"Oğlum, sen iyi misin?" dedim.

"Babam, babam nerde?" dedi. "Babamı gördün mü? Şimdi buradaydı. Ağacın altında."

Zar zor "Ne vakti oğlum, ne babası, ne ağacı?" dedim.

Demesine dedim de tanıdık bildik bir acı, böğrümün tam ortasına gelip oturdu. Uzak bir baharda, günlerimi karartan o acı yeniden canlandı hayalimde. Oğlumun şehit olduğu gün, al kanlara boyanmış üniformalı hâli geldi gözlerimin önüne.

Torunum babasını görmüş rüyasında. Zor konuşuyordu. Çenesi titriyordu. Bağrıma bastım. Bir süre kendine gelemedi. Ben de torunumun yanında metanetli olmaya çalışıyordum. Ama nafile. Dudaklarımı ısırdım. Alt dudağımda tuzlu bir acı hissettim.

Torunuma su verdim. Biraz kendine geldi. Kalktı abdest aldı. Sabah namazını kıldı.

O günden sonra çok değişti, çok. En başta haytalıkları azaldı. Top peşinde koşturmaları haftada bire indi. Anlaşılmaz tavırlara girmez oldu. Baştan ayağa edep kesildi. Herkese karşı daha saygılıydı. İmtihanın da yaklaşmasıyla biraz içine kapandı; ama derslerine daha çok çalışmaya başladı. Okula gönülsüz giden yavrum, sabah namazlarından sonra yatmadı, ders çalıştı. "Ben de babamın izinden gitmek istiyorum." dedi. "Yarım kalmış hesabı var babamın. Onu ben tamamlayacağım."

Bir buruklukla devam eden hayatımız, rüyanın tesiriyle teselliden de nasibini almış oldu.

O rüyadan sonra, yalnız olmadığımızı düşünerek yaşadık. Çok şükür sabrımız arttı, tesellimiz katlandı. Ezan okundu mu göz göze gelirdik. Bakışlarımız buğulanırdı. Torunum kalemi kitabı bırakır, bir süre kapıya, pencereye bakardı. Yüz çizgileri bir belirir, bir kaybolur, gamzeleri ışıldardı.

Bakışlarımız odanın boşluğunda bir çift göze değecekmiş gibi hissederdik.

Arada bir oğluma hasret duyduğum zamanlar, torunum, yavrum benim, hadi bir daha anlatsana şu güzel rüyanı derdim.

Utanır. Nazlanır. Kulakları kızarır. Kaç kere anlatacağım ya babaanne der. Israrımdan vazgeçmediğimi görünce, beni kıramaz yavrum. Anlatır. Son sözleri çok hoşuma gider.

Öyle demiş babası:

"Namaz vakti girdi mi, beni bir sıkıntı basıyor oğlum. Sana sesimi duyurmak istiyor, duyuramıyorum. Arada bir kalkıp, namazını kılınca rahatlıyorum.

Ben hadi yavrum, kalk deyince, kalksan ne iyi olur. Hadi kalk, hadi kalk dediğimde. Tamam mı?"

Başlık: Ynt: Bir Şehidin, Evlâdına Nasihati
Gönderen: Rüya. - Temmuz 10, 2014, 11:42:00 ÖÖ
Emeğine Sağlık, Paylaşım İçin Teşekkürler gull
Başlık: Ynt: Bir Şehidin, Evlâdına Nasihati
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 26, 2017, 11:22:06 ÖÖ
 eys bravoo bravoo