Ruhuna aykırı olan sessizliğinin bu kadar uzun sürmeyeceğini biliyordum. Beklerken törpülenen umuduma, bileylenen kırgınlıklarıma değerdi içindeki delinin sesini duymak. Duymak istediklerim olmasa da...
Ona soracağım tüm soruları, ezan sesinin ardından, alacakaranlığı giyip sırtıma sabah serininde dondurup saklamıştım. Zaman aşımından delinmiş ceplerimde kala kala “nasılsın?” ve “iyi misin?” kaldı... “nasılsın?” desem “olmam gerektiği” gibi diyecekti, “iyi misin?” desem biliyorum ki yalan söyleyecekti. Kanımı emen kutlara rağmen ben yine sustum. “hayat bir oyun hamurudur; istediğin şekli verdiğin...” derdi. Yoğruldukça ona benzer yalnızlıkla, katılaşmaya başlamıştım. Dökülüyordu içimin mayasız kırgınlıkları, yen içinde kalıyordu göz yaşlarım. Tutmuyordu kıvamı hasreti. Mideme oturan, gözlerinden güç alan birer yumruktu sanki. Ben onun saçlarından yapılma esmer tarlalara ektim sevdamı. Biçtiğim ise bir avuç ihanet... O tazeledikçe geçmişi, kar kokusu geliyordu burnuma. Uzun bir aradan sonra dizlerimizin bağını birbirine bağlayarak oturduğumuz gece sormuştu bana: “neden bu kadar sessiz kaldın?” Bense ona susmanın insanın içiyle konuşması olduğunu söylüyordum. “neden geç kaldın?” dedi bana. “zaman çok hızlı, yetişmeyi denedim... aslında cesaret edemedim” dedim. Sonra neden gittiğimi sordu. Oysaki gitmemiştim. Gitsem öyle gitmezdim. “bilmem” dedi, “sen benden daha önce hiç gitmedin...” “geçti artık” dedim. “işte buradayım”
Kahraman Tazeoğlu