Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Hikayeler & Öyküler => Konuyu başlatan: Fatih - Nisan 02, 2014, 06:32:30 ÖS

Başlık: Odaya Güneş Girdi
Gönderen: Fatih - Nisan 02, 2014, 06:32:30 ÖS
(http://www.sizinti.com.tr/img/spotimg/423/5941.jpg)

Tarih ve medeniyet kokan büyük şehre, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra ayak basmıştı. Elindeki kâğıtta yazılı adrese baktı. Her adım atışta heyecanı bir kat daha artıyordu. Otobüse bindi. Dalgındı. Gökyüzünü yırtarcasına uzanan mağrur binalara, martılara simit atan elleri mor, elbisesi mor çocuğa ve denize baktı. Yüzünü yeni doğan güneşe çevirdi. İlk defa geldiği bu büyük şehirde gün, kim bilir nelere gebeydi!

Otobüsten indi. Yürüdü. Sabah ayazında biraz üşümüştü. Ne de olsa sıcak bir memleketten gelmişti, İstanbul'a! Yaklaştı, yaklaştıkça kalb atışları hızlandı. Üniversiteyi yeni bitirmiş ve kırk günlük bir seminere katılmıştı. Bugün… İşte bugün, belki de hayatında yeni bir sayfa açılacaktı.

Nihayet, aradığı binanın karşısındaydı. Gönüllülerin kurduğu, güzel günlerin şâhidi ve aydınlık yarınların muştucusu olan beş katlı bina gülümsedi. Avluda gençler vardı; yüzü gülen, koşuşturan, şakalaşan, basket oynayan gençler. Başlarında ise, iyi giyimli, traşlı, ellerinde kitapları ve sıcak tebessümleriyle genç muallimler…

Güvenlik görevlisine selâm verdi ve içeri adım attı. Beşinci kata çıktı. Dışarıya inat içerisi sıcacıktı. Geniş ve muntazam salona ilk girenlerden oldu. Duvarda bir dünya haritası vardı. Sade bir koltuk, küçük bir sehpa ve divanlar dikkatini çekti. Bir gün önce ayağını burktuğu için aksıyordu. Koltuğa uzak bir divana yaslandı. Bu arada tatlı bir koşuşturmaca başladı salonda: "Geliyor, geliyor."

Salona açılan küçük kapı aralandı ve bir ışık huzmesi doldu içeriye. Ay yüzlü, sade giyimli, duruşu asil, bakışı heybetli muhterem zât etrafı süzdükten sonra selâm verdi ve koltuğa oturdu. Bütün nazarlar ona çevrildi. Hamdele, salvele ve uzunca bir duadan sonra tanışma faslı başladı. Anadolu oradaydı. Anaların yürekleri de. Efendimiz Muhammed Mustafa'nın (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek adını anarken gözleri doluyordu. Sahabe-i Zişan Efendilerimiz'i zikrederken şahlanıyor ve nefsini yerden yere vuruyordu. Nefsini, benliğini sıfırlarken bile '0'daki boşluğu kabul etmiyor ve Arapçada nokta '.' hâlindeki sıfırı kullanıyordu.

"Ailenizden, vatanınızdan ayrılacağınız için sizleri üzgün bulacağımı düşündüm; ama yüzünüzde bir bayram sevinci var."

Dudaklarından damlayan şeker-şerbet sözler, genç gönüllerde mâkes bulmuştu. Gönül gözesinden akan pınarlar, gözyaşlarına karışmış; Asya'ya, Afrika'ya sevgi yağmurları olarak çoktan yağmaya başlamıştı. "Hayır" temennisiyle kuraları bir bir çekmeye başladı.

İsmi okundu ve hemen ayağa kalktı. İsminin yazılı olduğu kâğıdın üzerinde Türkmenistan-Nebitdağ yazılıydı. Gönlü birden kuş gibi pır pır etmeye başladı. Bir ân önce uçmak, yükselmek ve o topraklara konmak isteği bütün benliğini sardı. Hayatının baharında, uzun bir yolculuğa çıkacaktı.

Sevincini ailesiyle paylaşmak için telefona sarıldı. Annesini aramayı düşündü. Sonra vazgeçti. Nasıl söyleyecekti? Ne söyleyecekti? "Haydi, hayırlısı!" dedi ve çıktı yola.

Yağmur çiselemeye başlamış, ayaz kırılmıştı. Yağmurun kokusunu yudum yudum çekti. Adımlarını damlalarla birlikte hızlandırdı.

Esenler'den bindiği otobüsle Adana'ya geldi. Eve girer girmez annesine sarıldı. Merakla annesinin gözlerinin içine baktı ve dudaklarından dökülecek sözlere dikkat kesildi.

- Oğlum, hayırdır aramadın. Söyle yoksa uzaklara mı çıktı? Olsun evlâdım, nere olsa bir otobüslük yer değil mi? Ben gelirim seninle.

Uzun müddet direndi. Söyleyemedi. "Benim sevincim, annemin üzüntüsü olabilir." diye düşündü. Kelimeler boğazına düğümlendi.

Söylemek için bir hafta bekledi. Bir sabah kahvaltıda:

- Çok uzaklarda anne, Atavatan Türkmenistan'da, İngilizce öğretmenine ihtiyaç varmış!

Sekiz nüfuslu ev ilk defa bu kadar sessizliğe bürünmüştü. Ağızları bir müddet bıçak açmadı. Oysa ne çok hayalleri vardı, annesinin. Ahmet'ini evlendirecek, hayatının son demlerinde gelini ve oğluyla beraber yaşayacak, torunlarını kucağına alıp okşayacak, daha neler neler...

Bir ânda bütün hayalleri yıkılmıştı. Elindeki bardağı düşürdü. Yutkundu ve eğdi başını. Gözleri nemlendi:

- Sen bilirsin oğlum, demek oraların daha çok ihtiyacı var!

- Ağlama anam, beni de ağlatacaksın!

- Ana yüreği bu; hem ağlarım hem de uğurlarım. Allah yolunu ak etsin!

Apar topar üç-beş dünyalığını topladı. Birkaç gün sonra kutlu yolculuk başlayacaktı. İstanbul'dan bindiği uçak, beş saat sonra Aşgabat'a indi. Orada, onu sıcak esen bir rüzgâr kucakladı. Terlemişti. Uzaklarda irili ufaklı, tek katlı evler ve kahverengiye çalan bir toprak örtünün yanında cılız bir yeşillik gördü. "Adana'dan pek farkı yok." diye geçti içinden. Sıcak toprağa ayak basmadan önce bütün kalbi duygularıyla bir besmele çekerek: "Allah'ım burası benim hicret beldem, ne olur beni ve bizim gibi düşünenleri mahcup etme! Hayırlı hizmetlere vesile kıl!" diyerek, ellerini yüzüne sürdü.

Hayatlarının baharında 20 gençle gelmişlerdi, sıcaklığın 50-55 dereceyi bulduğu çorak topraklara. Aralarında, Nebitdağ'a gidecek tek o vardı. 'Tren mi, otobüs mü?' derken, uçakta karar kıldı.

Birkaç saatlik uçuştan sonra çalışacağı şehre gelmişti. Yıllara meydan okuyan bir otobüse bindi elindeki adresle. Sıva ve boyaları dökülmüş, pencereleri kırılmış, miadını çoktan doldurmuş bir harabenin önünde indi.

Okul değil virane bir yapı vardı karşısında. Sovyetler döneminde Rus okulu olarak faaliyet gösteren eski bir yapı. Bavulunu yere koydu, binayı tepeden tırnağa süzdü.

O sırada üstü başı toz içinde kalmış, elinde tornavida olan biri yaklaştı.

- Hoş geldiniz! Uzun zamandır sizi bekliyorduk. Kusura bakmayın tamirat devam ediyor, sizi karşılamaya gelemedik.

Türkçenin sıcaklığını, bildiği dili konuşan birisiyle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadı 3.000 km ötede.

- Hocam, okul burası mı?

- Merak etme! Allah'ın izniyle yakında tam okul binası kıvamına gelir.

- …

- Hocam isminizi bağışlar mısınız?

- Ahmet.

- Benim de Ahmet Fazıl. Okul müdürüyüm. Neyse, sen yoldan geldin. Açıkmışsındır. Haydi yukarıya çıkalım. Ekmek, kavun var. Tecen kavunu tatlı ve suludur.

Akşam olmuş, hava çoktan kararmıştı. Biraz sonra, müdür beyin gösterdiği odaya çekildi. Yerde eski bir kilim, pencere kenarında vidaları küf tutmuş tahta bir ranza, tavuk tüyünden doldurulmuş kaba bir yastık ve ince bir çarşaf vardı. Köşede duran dolaba eşyalarının birazını yerleştirdi ve yatağa uzanıverdi.

Kocaman odada tek başınaydı. Düşüncelere yelken açtı. Seminerde söylenen sözler meşgul etti bir süre zihnini. Seminerin son günlerinde, yanına yaklaşan orta yaşlı seminer sorumlusu: "Kardeşim Ahmet, nasip olur da o aziz diyarlara gidersen, Efendimiz Muhammed Mustafa'yı (sallallahu aleyhi ve sellem) görürsün inşallah. Oralar bereketli topraklar, evlenir çoluk çocuğa karışırsın. Allah'ın izniyle iki dünyanı da âbâd edersin." demişti.

Peşpeşe sıralanan bu mânidar cümleler, öylesine söylenmiş olamazdı. Mutlaka söylettirilmişti. Hem söyleyeni de çok iyi tanımıyordu. "Söyleyene değil, söyletene bak!" demez miydi, her seferinde annesi. Günlerce bu ve buna benzer düşünceler kafasını kurcaladı durdu. Her gece Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) görebilmek için sıraladı hisli dualarını.

Tam iki hafta geçti. Bir pazartesi sabaha karşı odası aydınlandı. Anne sıcaklığıyla yüzünü okşayan şuleler, nazlana nazlana kalkmasına sebep oldu. Doğruldu, giyindi. Aynaya baktı. Kendini tanıyamadı. İki haftada, dudakları çatlamış, kalem tutmaya alışkın ellerinde yarıklar oluşmuştu. Tamirat ve tadilatın ne bittiği ne de biteceği vardı. Sıcaklar, sivrisinekler, mânâsız düşünceler, uykusuz geçen geceler, tatsız-tuzsuz yemekler. "Neden geldim, ne işim var buralarda?" gibi sorular ve nefsinin mırıltıları artınca, annesini ve geride bıraktığı unutulmaz hatıraları düşündü. Annesi, aklından hiç çıkmayan yaşlı annesi geldi gözlerinin önüne. Fakat, bu harabeyi görünce annesini getirmediğine sevindi. "İnşallah bir gün annem de gelir." derken, aklına seminer sorumlusunun sözleri takıldı. Karışık duygu ve düşüncelerle girdi, yemekhaneye.

Kahvaltı sonrası, müdür beyin yanına çıktı.

- Hocam, beş dakika görüşebilir miyiz?

- Olur.

- Hocam, Bursa'da seminerde, "Atavatana gider, orada sabırla durursanız Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) takdirine mazhar olursunuz." dediler. Geleli iki hafta oldu. Her gece yalvarıyorum Rabb'ime, ama hâlâ Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) göremedim.

- İnşallah görürsün. Belki vakt-i merhunu gelmemiştir. Rabb'im o söz veren büyüklerin hatırına inşallah Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) görmeyi nasip eder. Sen dualarına ve işlerine devam et.

O günün gecesi, karanlık odanın perdesi birden aralandı. Rüyasında, ay yüzlü, ak takkeli, beyazlara bürünmüş zât 20 kadar gence ders verirken, odaya birden İnsanlık Âleminin Güneş'i girmiş ve içerisi nurla dolmuştu. O zât, iki âlem Sultanı'nı görünce edeple yerinden doğrulmuş, talebeleriyle birlikte tekmil vermişti. O ânda başını kaldırıp, Güneş'e doğru bakmış, ışık gözlerini kamaştırınca, derin bir mahcubiyet içerisinde başını öne eğmişti.

Sabah olunca odası daha aydınlık, gönlü daha ferah, okulu daha güzeldi. Yapan O'ydu. Gönderen O'ydu. 16 yılını adadığı bu topraklarda evlenmiş, Rabb'i ona dört evlât ve dört odalı bir ev nasip etmişti. Hicretini teşvik eden annesini rahmetli olmadan bir yıl önce yanına getirmiş, Beytullah'a birlikte yüz sürmüş ve Mescid-i Nebevî'de İki Cihan Güneşi'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) salâvatlar göndermişlerdi.
Başlık: Ynt: Odaya Güneş Girdi
Gönderen: Rüya. - Temmuz 10, 2014, 11:41:27 ÖÖ
Emeğine Sağlık, Paylaşım İçin Teşekkürler gull
Başlık: Ynt: Odaya Güneş Girdi
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 26, 2017, 11:08:46 ÖÖ
 eys bravoo bravoo