Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Hikayeler & Öyküler => Konuyu başlatan: Fatih - Kasım 19, 2013, 05:23:46 ÖS

Başlık: Sonbaharda Diriliş
Gönderen: Fatih - Kasım 19, 2013, 05:23:46 ÖS
(http://www.sizinti.com.tr/images/konular/353/sonbahar.jpg)

Recai Bey, beşinci kattaki odasının balkonundan, ağaçların arasında uzayıp giden yolu seyrediyordu. Bakışları yolun sonundaki kocaman demir kapıya takılıp kalmıştı. Güneşin solgun ve titrek ışıkları yaprakları iyice azalan ağaçların arasından süzülerek veda ediyordu güne. Sonbahar iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu güz mevsiminin ikindi vaktinde, gördüğü hazin manzara karşısında yaşadığı ruh hâli, Recai Bey’in yüzüne aksetmişti. “Ben ihtiyarladım; gün de, sene de, dünya da ihtiyarlamış.” diye mırıldandı. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan ayrılık vaktinin yaklaştığını düşününce ister istemez sarsıldı. Sevdiklerinden ayrılık faslını daha önce yaşamıştı. Kaybedecek bir şeyi, ardı sıra üzüntü duyacak, gözyaşı dökecek kimsesi yok sayılırdı. Üşüdüğünü hissedince omuzlarına aldığı pardösüye biraz daha sarıldı. Giriş kapısından binaya kadar uzayan yolun taşları, sararıp dökülen yapraklardan görünmüyordu. Binada ikamete mecbur edilen sakinler, ömürlerinin sonbaharını yaşarken ağaçların bu kaçıncı sonbaharıydı Allah bilir. Yaprakları süpüren hademe ileriden göründü. Her gördüğüne laf atmadan geçmezdi. Sesiyle, Recai Bey’i daldığı düşüncelerden çekip çıkardı: “Bey baba! Pek güzel oturmuşsun maşallah. Ama dikkatli ol üşütme sakın. Geçti artık balkonda oturma günleri.” İstihza karışımı ikazlara “Tamam, dikkat ederim!” mânâsında elini kaldırarak karşılık verdi. Bir şeyler de söyledi; ama çalışmasına devam eden hademe herhalde duymadı. Söyledikleri ağaçlardan nazlı nazlı yere süzülen yapraklar gibi savrulup gitti bahçenin içinde.

İlk geldiğinde “Bey amca!” diye seslenirdi çalışanlar. Yaş yetmişi geçince artık “Bey baba” olmuştu. Bu balkondan kaç sonbahar uğurlayıp, kaç ilkbahar karşıladığını hesaplamaya çalıştı. Geriye doğru dönüp bakınca sekiz veya on.. ne fark ederdi ki ha sekiz, ha on, ha on sekiz… Bu mevsimde ikindi sonrası kargalar şenlendirirdi ağaçları. Her gün hiç aksatmadan kara bir bulut gibi dallara üşüşür, birbirleriyle yarışırcasına bağrışarak bütün bahçeyi velveleye verirlerdi. Birçokları bu seslerden rahatsız olurken Recai Bey aksine severdi bu kuşları. Kendini ziyarete gelen misafirler yerine koyardı onları. Hele bir de cevizleri kırıp yemeleri vardı ki, bunu hayretle karışık bir tebessümle seyrederdi. Kargalar ağaçtan yere düşen veya dallardan kopardıkları cevizi alarak bir miktar havalanır ve yukarıdan taş yola bırakırdı. Çarpmanın şiddetiyle kırılan cevizin içini keyifle yerlerdi.

Buraya yaldızlı sözlerle getirip kaçarcasına gittiklerinden bu yana, pek fazla arayan soran kimsesi olmamıştı Recai Bey’in. Diğer kalanların durumu da ondan farklı değildi. İlk senelerde bayramda seyranda edilen telefonların da uzun zamandır sesi kesilmişti. Beden sağlığı da bozulmaya başlamıştı günden güne. İhtiyarlığa, peş peşe gelen hastalıklara bir de evlâdının vefasızlığı ilâve olunca, dayanacak takati kalmamıştı. O gün bugündür kendi kendine aynı şeyleri söylenir dururdu.

Recai Bey yine bir akşamüstü hayalen karşısına eşini almış derdini dillendiriyordu: “Ah Nazire Hanım ah! Bırakıp gittiğin günden beri ne hâllerdeyim bir bilsen. Ömür sermayelerini tüketen konu komşu, eş dost birer birer hayat sahnesinden çekildikçe ‘Bak bey! Görüyorsun hep erkekler önden gidiyor öbür tarafa.’ diye takılırdın bana. Bir çırpıda dul kalmış sekiz on kadının adlarını sıralardın inandırıcı olsun diye. Şakayla karışık kocalarından kalan emekli maaşını nasıl da keyiflerine göre harcıyorlar diye imrenirdin. Ben de kabullenmiştim bu durumu aslında. Bu da Allah’ın bir lütfu derdim. Kadın tek başına nereye olsa sığar. Oğlunun veya kızının yanında başını sokacak merhametli bir çatı bulur. Ama erkek kaldı mı geriye bir yere sığmaz, sığamaz. Ne kızında rahat eder ne de gelininde. Başkaları gibi önden giden olacaktım ben de. Her türlü kusuruma, çekilmezliğime rağmen, ‘Keşke sağ olsaydı!’ diye özlenen olacaktım. Ama sen bir gece ansızın bütün oyunu bozdun. ‘İyi geceler’ deyip uyudun ve bir daha uyanmadın. Hayatımın son durağının bu kocaman, donuk ve soğuk taş binadaki küçük bir oda olacağını nereden bilebilirdim ki? Ben bu ihtimali hiç hesaba katmamış, hazırlıksız yakalanmıştım. Her şeyin akışı ne kadar da çabuk değişiverdi. El ele kurduğumuz, mutluluk yuvası dünyamız bütünüyle sahteymiş meğer. Senin vefatından sonra kızım ‘Dünyada bırakmam seni bu evde tek başına babacığım!’ diyerek apar topar evine getirip yerleştirdi beni. Babasını ortada bırakmayan vefalı evlât rolü çok kısa sürdü. Fazlalık olarak görülmem için bir ay yetip artmıştı. Hiçbir yere sığmayan işe yaramaz bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Hani olur ya gelip geçene ayak bağı olan, nereye konsa göze batan bir eşya. Sakın yanlış anlama Nazire Hanım tabii ki aksi ve huysuz ihtiyar rolümü oynamadım. O nazlarım hep sanaymış meğer. Sabah anne-baba işe, torun da okula gidiyordu. Tek başıma koca dairede çıt çıkarmaya çekinirdim. Kendimi evde gizlice dolaşan bir hırsız gibi hissediyordum. Okul çıkış saatini iple çekerdim. Torunumu okuldan alarak oyalanmaya çalışıyordum. Tek dostum yârenim Burak olmuştu. Ona öğretmeye çalıştığım bilgi ve davranışlar damadın hoşuna gitmiyordu. İlk bağrışmalarını duyduğumda günlerce üzüntüden kahrolmuş; ama belli etmemiştim. Bir gün okul çıkışında beraberimde Cuma namazına götürmem bardağı taşıran son damla olmuştu. Kendi vicdanlarını rahatlatacak mazeretleri sıralamayı daha da sıklaştırdılar. ‘Babacığım biliyorsun, biz ikimiz de çalışıyoruz, o yüzden seninle gerektiği gibi ilgilenemiyoruz. Çok sıkılıyorsun evde tek başına. Senin kendini çok iyi hissedeceğin bir yerle anlaştık. Hem akranlarınla bir arada olacak, yeni insanlarla tanışarak farklı dostluklar, arkadaşlıklar kuracaksın.’

Bütün hayatımın neticesi bu olmamalıydı. Kendimi elimde bir valizle huzurevinin kapısında bulduğumda, kafamın içinde dönüp duran düşünce bu olmuştu. Çektiğimiz onca sıkıntının, göğüs gerdiğimiz meşakkatlerin sonunda elde edilene bakar mısın? İşte böyle Nazire Hanım, o gün bugündür burada ömür sermayesinden kalan günlerimi tüketiyorum. Kimse kimsenin kahrını çekmediğinden, ister istemez her türlü kurala uymayı öğreniyor insan burada. Alıştım artık ilk anda insana korku ve ürperti veren bu binaya. Bu tavanı yüksek odama, rüzgârlı gecelerde her telden ıslık çalan pencerelere, yayları gıcırdayan eski yatağıma, yağlı lekeler sinmiş kirli beyaz badanalı duvarlara. Erken saatteki kahvaltılara, yağı, tuzu azaltılmış yemeklere. Banyo kuyruklarına, şeker ve kolesterol ilâçlarımı saatini aksatmadan almaya.

Sadece sensizliğe, evet bir tek buna alışamadım. İlk zamanlarda geceleri duvardaki saatin tik takları beynimi delerken, odanın kapısının buzlu camından sızan koridorun loş ışığına bakışlarımı sâbitler sabahı beklerdim. Huzurevinin arka tarafında büyük bir doğumevi var. Gece boyu gidip gelen ambulansların sirenleri böler bazen uykumu. Sirenler beynimin içinde dönüp dururken sen gelirsin yine aklıma. Ne zaman yolda bir ambulans görsen, içinde doğuma yetiştirilen bir anne var diye düşünür ‘Allah kurtarsın!’ diye dua eder anne adayının heyecanını ve sevincini paylaşmaya çalışırdın. Sen anne olduğunda dünyalar bizim olmuş gibi sevinmiştik. Kızımızla ilgili ne hayaller kurmuştuk geceler boyu. Sen doktor olsun isterdin büyüyünce, ben ise avukat... Onun her türlü dünyevî ihtiyacını karşıladık. Midesinin ve beynini doyururken, kalbini ve ruhunu ihmal ettiğimizi fark ettiğimde artık çok geçti. Böyle olunca da, farklı bir netice beklemek hayal olsa gerek. Adı huzurevi(!) olan modern hapishanede çıldırmamak için gece gündüz yalvarıyorum Rabb’ime. Zaman burada çıldırtıcı bir yavaşlıkta ilerliyor sanki. Şu eski pardösüm ve ayakkabılarım bile benden daha değerli ve gerekli görünüyordu gözüme. Biliyorum sen şimdi hayatta olsaydın bu durumda da ‘Ne yapalım bey çocukların canları sağ olsun. Ağızlarının tadı, evlerinin huzuru bozulmasın!’ derdin. Ama zoruna gidiyor insanın Nazire Hanım. Eski bir eşya gibi kenara atılmak dayanılır gibi değil. Geceleri iyiden iyiye soğuk geçiyor. Belli belirsiz yanan kaloriferi de söndürüyorlar. İki kat battaniye altında bile ayaklarımı ısıtamıyorum. Arada bir uykuya daldığımda da, battaniyeler üstümden yere kayıyor. Soğuktan kaskatı bir vaziyette uyanıyorum. Oysa sen geceleri kaloriferi kapatmaz, sık sık uyanır üstümdeki örtüleri kontrol ederdin.

Zamanla, insanın başına ne gelirse kendi yapıp ettiklerindenmiş, diyerek kabullendim hayatı. Bir de iki sene önce gelen müdür hayata bakışımı tamamen değiştirdi. Yanlış yapmışız biz. Hayatımızın temellerini yanlışlar üzerine kurmuşuz. Gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla bile uyanamayınca üstüne bir de huzurevi tecrübesi yaşamak gerekiyormuş. Daldığım derin gaflet uykusundan uyandığımda kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Şairin: ‘Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere, / Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…’ dediği gibi, ruhumun hânesi olan cismim de her gün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve beni dünyaya bağlayan ümitlerim tükeniyordu. Karşımda ejderha ağzı gibi açılmış beni yutmaya hazır bekleyen kabir kapısı, arkamda güçlü kuvvetli bir aslan süratle yaklaşmakta, önümde kurulan darağacında sevdiklerim birer birer idam sehpasına çıkmakta… Bu mânevî, çok derin ve devasız görünen yaralarımın ilâcını yeni müdürümüz Erdal Bey sayesinde bulmuştum. Onun gelmesiyle yeniden doğmuş gibi hissetmeye başladım kendimi. Onun nasihatlerini başımın üstünde bir hikmet levhası olarak taşıyor, sabah ve akşam ona bakarak dersimi alıyorum:

‘Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise, her şey dosttur.

Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet edersin.

Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat edersen, bereket bulursun.

Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider.

Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.’

Şaşırmakta haklısın Nazire Hanım. Bu duygu ve düşünceleri seninle hiç paylaşamadık. Bu hakikatlerden ne kadar uzak bir ömür geçirdik. Ne yazık ki sen bütün bunlardan habersiz tamamladın bir su gibi akıp giden hayatını. Keşke bu güzelliklere sen hayattayken kavuşsaydık. Erdal Bey’in de dediği gibi: ‘Evet, biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, aslında ahbapların mecmaıdır. Başta şefaatçimiz olan Habibullah Aleyhissalatü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir. Mahşerde herkes ‘nefsî nefsî’ dediği zaman, yine ‘ümmetî ümmetî’ diyerek en kutsi ve en yüksek bir fedakârlık ile yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir Zât’ın gittiği âleme gidiyoruz.’ Ömrümün bu son dönemecinde Allah (cc) karşımıza böyle bir fırsat çıkarmasaydı, bir avuç ilâcı mideme indirip çoktan yanına gelmiştim. Artık bütün mânâsızlıklar ve yalnızlıklar bir mânâ kazandı ve abesiyetten, hiçlikten sıyrılıp hayata öteler hesabına tutunabildim. Şimdi yegâne üzüntüm, senin bu güzellikleri tadamadan göçüp gitmiş olman. Dilimden düşürmediğim duam ve ümidim ise, evlâtlarımızın da bir an önce bu hakikatlerle buluşabilmesi.”
Başlık: Ynt: Sonbaharda Diriliş
Gönderen: Özgür Kız - Mart 24, 2016, 06:37:58 ÖS
 cgp
Başlık: Ynt: Sonbaharda Diriliş
Gönderen: Özge - Mart 26, 2016, 12:40:16 ÖS
 cgp
Başlık: Ynt: Sonbaharda Diriliş
Gönderen: Aysun. - Mart 26, 2016, 12:47:22 ÖS
 cgp
Başlık: Ynt: Sonbaharda Diriliş
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 26, 2017, 04:04:37 ÖS
 tsk gull gull