Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Konuyu başlatan: Fatih - Kasım 20, 2013, 11:59:20 ÖS

Başlık: Çok 'yüz'lü dünya
Gönderen: Fatih - Kasım 20, 2013, 11:59:20 ÖS
Durduğum kıyıda güneşin batışını izliyorum. Yatağını seren gece az sonra ‘kara’dan bir yorganı insanın ve eşyanın üzerine atacak. Uygarlığın ışıkları nafile, gece olacak; aydınlatılmalara rağmen söz kara(n)lığın olacak. Gökteki yıldızlar hayatın devamına bir işaret ve umut olsa da, bir gün daha ölecek. Günler insanlar gibidir; doğar ve ölürler. Bugün gibi… Ama biliyorum ki, yarın diye bir şey olacak, gün yine doğacaktır!
İnsanlar da günler gibidir, doğar ve ölürler. Bu demektir ki, insan dünyalı değildir; dünyaya gelir ve dünyadan gider. İnsan dünyaya bir yerden geliyor ve dünyadan bir yere gidiyor. Uzun bir yoldan gelen insan, bir ağacın gölgesinde dinlenen ve bir süre sonra yoluna devam eden yolcu gibi dünyada duruyor. Dünya insana ‘gürültülü’ bir ara durak oluyor. Ara bir durak oluyor ama, biz sadece insanın dünyadaki duruşunu görebiliyor ve okuyabiliyoruz; dünyaya gelişinin öncesine ve dünyadan ayrılışının sonrasına vâkıf değiliz.
İnsana dâir önemsenen ve konuşulan her şey, insanın dünyaya gelişiyle ve dünyada kısa duruşuyla alâkalıdır. Bütün bir felsefe külliyatı, insanın dünyaya gelişinin ve orada bulunuşunun sorularına cevap ararken, din, insanın dünyaya gönderiliş hikmetini şerheder. Evet, insanın dünyada duruşu yolcunun ağaç gölgesinde durduğu kadardır; ancak bu kadar kısa ve az duruşun mânâsı, önemi ve hikmeti küçükçe bir şey değildir. Değildir çünkü dünya, insana ev sahipliği yapmakla önemli hâle gelmiştir. Hüseyin Nasr bu konuda şu tespiti yapar: “İnsan, belirli bir açıdan bakıldığında, kendisi için muğlâk ve bilinmez olan iki sessizlik dünyası arasına yerleştirilmiştir. Birincisi, ölümden önceki dönem; ikincisi ise ölümden sonraki safhadır. Bu ikisi arasında insan hayatı, sonsuz sessizliği bir çığlık gibi kısa bir anlığına, onunla birleşmek için dağıtan bir uğraktır… İnsan hayatı da, bütün müziklerin en derin boyutu olan o ebedî sessizliğe karşı bir gürültüden başka bir şey değildir.” Denebilir ki, hayatın kısa uğrakları olan ömürler ‘Müteal Varlık’ın yalnızca isim ve sıfatlarının tecellileri olup, ‘hakiki hayat olan Âhiret hayatı’na nispeten bir gölge mesabesindedir.
Hristiyanlığın hâkim yorumu, dünyayı, insanın sürgün edildiği bir yer bilir; dünya, işlenen ‘ilk günah’ın cezası olarak insana ‘ev’lik eder. Bu sebeple dünya biraz lânetli bir yerdir, necistir. Her doğan çocuk, ‘ilk günah’ın ağırlığıyla dünyaya gelir, dünyada sürgün gibi yaşar. Felsefe ise, insanın dünyaya fırlatılmışlığından bahseder, sanki lânet bir yere gelinmiş gibi bir his verir. İslâm’ın insan ve dünya tasavvuru ise bunlardan farklıdır. Der ki: Her çocuk ‘temiz’ doğar. Allah’ın yarattığı bir yer olarak Yaratıcı’sının isimlerini gösteren Dünya, bir sürgün ve ceza yeri değil, potansiyel insana hakiki insan olma fırsatının verildiği bir imtihan ve tecrübe meydanıdır. Dünya bu yüzden necis değil, mübarektir. İnsan bu dünyada kendini ve Rabb’ini bilir. Bütün bir kâinat da Allah’ın yarattığı bir kitaptır; Allah, her bir varlığın yüzüne yansıyan hakikatlerde görünür..
Felsefenin dünyaya getirdiği yorumlara doğan insan için, dünya daha ziyade bir sıkıntı ve sorular yumağıdır. Dünya, kendisine doğan her bir insanın gönlünü ve zihnini muamma sorularıyla uyarır. Semavî dinlerin ve felsefenin bu sorulara verdiği cevaplara rağmen insan kendini yine de cevap bekleyen başka sorular karşısında bulur. Dünyanın işaretlediği ihtiyaç ve sorulara yetişmek gibi bir gayret kaçınılmaz olur. Sorduğu şey elbette ki ilk defa sorulmuyordur; ama hiç şüphesiz o, ilk defa soruyordur. Kendisinin de sorduğu soruya daha önce verilmiş cevapları da, hemen bir anda ve bütünüyle kendi cevabı olarak bilmez.
Dünya sorularla birlikte vardır, hayat bu soruların verdiği rahatsızlık içinde geçer. Bu yüzden her insan için dünya daha çok soru demektir. Dünyaya niçin ve kim tarafından gönderiliriz? Dünya insanın nesi olur? İnsan dünyada ne yapmalı, nasıl yaşamalıdır? Dünya ile nasıl bir münasebet kurulmalıdır? Bu sorulara verilmiş cevapların çeşitliliği, hattâ sayısı kadar dünya ve dünya ile münasebet şekli olmuştur. Dünyayı, insanın sürgün edildiği/fırlatıldığı bir yer olarak gören felsefe kendine has bir dünya ve dünya ile münasebet biçimi geliştirirken, İslâm başka bir dünya görüşü ve hayat pratiği getirmiştir. Dünyayı bir cezaevi ve necis olarak gören Hristiyan Batı’da yaşanan sıkışmışlık insanı boğmuş, onu Hristiyanlık ve kiliseyle karşı karşıya getirmiştir. Pozitivist okuma biçimine yaslanan aydınlanmacı felsefe ise, Batılı insanı dünyaya hâkim olması gereken biri hâline getirmiştir. Hristiyanlık onu, olan bitene sadece maruz kalan bir zavallı gibi görerek değersizleştirirken, aydınlanmacı düşünce kendisinde olmayan güçleri onda varmış gibi göstererek kaldıramayacağı yüklerin altına sokmuştur. Hristiyanlıkta insan ‘hiçbir şey’, aydınlanmacı düşüncede ‘tanrı’ olmuştur. Tarih göstermiştir ki, ‘hiçbir şey’ ve ‘tanrı’ olma arasında gidip gelen Batılı insanın dünyası epey problemlidir. Din savaşları, bunların sonrasında insanın tabiatla savaşı, tabiata egemenliğinin geliştirdiği teknolojik araçlarla dönüp bu sefer başka uygarlıklarla savaşı… Oysa İslâm der ki: insan ne hiçbir şeydir, ne de ‘tanrı’; dünya ne necistir, ne de insanın fırlatıldığı bir yer... İnsan, Allah’ın mahlûkatın en şereflisi olarak yaratıp Kendisi’ne muhatap aldığı bir varlık; dünya ise, insanın kendisini ve Allah’ı bilebileceği bir imtihan ve tecrübe yeri ve de Âhiret’in tarlasıdır. Tamam, insan dünyaya gelir ve dünyadan gider, bu yüzden insan dünyalı değildir, ama insanlık bu âlemde Kıyamet’e kadar kalıcıdır ve bu yüzden dünyalıdır. Buradan hareketle insan dünyayı önemsemelidir; kirli bir şeyi tutar gibi, dünya sadece parmak uçlarıyla geçiştirilemez. İnsan Allah’ın başka türlü bir kitap olarak yarattığı tabiattaki cârî kanunların dilini çözerek burayı yine Allah’ın hoşnut olduğu şekilde işlemelidir. İnsan, Aydınlanmacı düşüncenin kalbin ışıklarından yoksun bıraktığı çıplak aklın kurduğu bir dünyanın tersine, kalbe kulak vermiş selim bir akılla dünyayı inşa etmelidir.
Kendini İslâm içinde inşa eden bu coğrafyanın medeniyet algısı bize önemli ipuçları verir. Meselâ mimarisiyle… İnsan kendisiyle ilgili olan ‘ev’i, dünyadaki misafirliğinden hareketle daha basit bir malzemeyle kurmuşken, insanlıkla ilgili olan cami, sebil, köprü gibi eserleri kalıcı bir malzemeyle inşa etmiştir. Bunu şimdilerde hepimizin katıldığı bir deyişle temellendirelim. Çok da yazı ve okumayla ilgili olmayan algımızı anlamaya çalışırken aklımıza şu söz düşer: Söz uçar, yazı kalır! Bu sözü kim söylemiş, niçin söylemiş, söylerken neyi kastetmiş bunu bilmeyiz. Bildiğimiz şu: Şimdilerde bu söz, ‘söz’ün ‘kıymetsizliği’ne ‘yazı’nınsa ‘kıymetliliği’ne vurgu yapıyor. Bu, şifâhî kültürden, ‘söz’den, ‘sohbet’ten beslenmiş medeniyet perspektifimizi hafiften yanlışlama mânâsına geliyor. Söz gerçekten hükümsüz bir şey mi? Sadece uçar mı? Söz gidip bir yere konmaz mı, konduğu yerde bir şeyler yapmaz mı? Sözün bayram yeri olan sohbet sofrası yeteri kadar besleyici değil mi? İrfan meclislerinde uçuşan sözlere kulaklarını açan o kadar kalb sahibi öylece mi kalkarlar? Hayır hayır, ‘söz uçar, yazı kalır!’ deyişi sözü zemmetmek için değil, üzerine yemin edilen kalemin gördüğü önemli fonksiyonları vurgulamak için söylenmiş olmalı.
Az çok sosyal bilim okumuşlar bilir ki, her medeniyetin bir grameri vardır. Sözün ve yazının bir medeniyeti kaydeden iki vazgeçilmez unsur olduğu dikkate alındığında, bizim dünyamızda sözün pişirdiği sohbetlere yaslanan irfan kültürümüzün ayrı bir ağırlığı vardır. Zîrâ dünyayı bir misafirhane bilen insanların ‘burada’ neyin kalıcı, neyin geçici olduğu hususunda oluşmuş sağlam kanaatleri vardır. Meselâ ferdî hayatları açısından, zamana hâkim olmak, zamana rağmen ‘kalmak’ gibi bir tevehhümleri olmadığından, kısa süreliğine yaşadıkları dünyada yıkılmaz evler yapmazlar.
Dememiz o ki; İslâm, hem insanı ve dünyayı okurken, hem de söz ve yazı arasında ‘denge’yi sağlamış, Allah’ın rızasına karşılık gelen bir insan ve dünya tasavvuru ortaya koymuştur ki, Kur’ân bunu anlatır, Hz. Peygamber’in (sas) hayatı da bunun pratiği mânâsına gelir.
Çok sonraları, Kur’ân ve Hz. Peygamber (sas) okumalarında ortaya çıkan farklı disiplinler (tefsir ve fıkıh meselâ) ve bu disiplinlerden doğan dini yaşama tarzları İslâm’ın bütünlüğü içinde engin bir hoşgörü zemini teşkil etmiş, her bir okuma şekli kendi insanını, dolayısıyla kendi hayat tarzını oluşturmuştur. Meselâ Divan şiirinde karşımıza çıkan rind ve zâhid tipleri, aynı dini ve dünyayı farklı şekillerde okuyan nerdeyse karşıt iki tiptir. Fuzuli, bu iki kahramanı konuşturduğu ‘Rind ve Zahid’ isimli kitabında çözümü işaretler; kitabın sonunda Rind ile Zahid’i el ele tutuşturup ‘dualite’nin ‘bir’liğine, akıl ile kalbin buluşmasına götürür okuyucuyu. ‘Dış’ı, ‘iç’e elbise; ‘iç’i, ‘dış’a hayat kılar. Böylelikle ‘dış’, ‘iç’i korurken; ‘iç’, ‘dış’ı beslemiş olur.
Başlık: Ynt: Çok 'yüz'lü dünya
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 24, 2017, 04:11:09 ÖS
 eys bravoo bravoo
Başlık: Ynt: Çok 'yüz'lü dünya
Gönderen: Özgür Kız - Temmuz 29, 2018, 02:32:14 ÖS
 eys