Şiir Fm | Şiirler | Şairler | Sesli Şiirler | Aşk Şiirleri | Fon Müzikleri | İbretlik Sesli Hikayeler

»»-(¯`v´¯)-» Web Ailem Dostuk Sevgi Forumları »»-(¯`v´¯)-» => ..:: Paylaşmak İstediklerim ::.. => Hikayeler & Öyküler => Konuyu başlatan: Fatih - Kasım 29, 2013, 11:31:37 ÖS

Başlık: Çözülen kelepçe
Gönderen: Fatih - Kasım 29, 2013, 11:31:37 ÖS
Gardîyan bağırdı: "Abdullah hazırlan başka bir hapishaneye gönderileceksin." Abdullah vecd halindeki duruşunu hiç bozmadı. Hâlâ dalgındı. Gözleri kara gecelerin koynunda gizlenen yıldızlar gibi parlaktı. Fakat bu ışıl ışıl iki mücevher parçasına âdeta ince bir sis tabakası çökmüştü. Bu sis bazen buğulaşan bir ritimde damlalara dönüşüyor. Ve Abdullah'ın yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Zaten çile ve ızdırabla solgunlaşmış yüzü, sonbahar yaprakları gibi o billur damlalar ile yıllar yılı dost yaşamamış mıydı? Arkadaşı "Abdullah" dedi. O hâlâ dertli yüreğinin Millet için vuruşlarını dinliyor ve bazen de "Garîbem bîkesem, nâtuvânem zîdergâhedllâhi" serzenişiyle inliyor inliyordu. Arkadaşı "Abdullah" dedi ve onun omuzlarına ellerini dokundurdu. Abdullah âdeta Yusuf (as)'m kuyudan çıkışı gibi yüreğindeki binbir dert ağından silkinip uyandı. Bu onun millet İçin duyup hissettiği ızdırab düğümünden kısa bir müddet için kurtuluş tablosu çiziyordu. Ah vatan, ah yokluğa itilmek istenen millet, ah küfrün karanlık labîrentlerinde boğulmak istenen gençlik, hakikat yörüngesinden çıkan insanlık ve ah bütün bunlara karşı çıkmak için çırpınan garibler, bir avuç hakikat eri."Bu ağır yükün altından nasıl kalkacağız ya Rabbi..." dedi. Kuru dudakları arasından bir iniltiyi hatırlatan kısa kısa, kesik kesik yükselen bir fısıltıyla... Bu bir milletin varoluş-yokoloş mücadelesinin yüküydü. Bu yüzyıllar boyu sürüp gelen insanoğlunun iç ve dış fethini tamamlama derdinin yüküydü. Bu bir ucu arş-ı âlâya bağlı Hak ve hakikatin dünyaya uzanmış sağlam ve metin ipine sarılmaya bir çağrı, bir davetin mukaddes ağırlığı, insanı mum gibi tüketen çilesiydi. Yüreğindeki efkâr sisinden bir an için başını kaldırmış olan Abdullah arkadaşına baktı. Sonra gayet içten gelen samimî bir sesle "Benim fedakar kardeşim" dedi. Bunları söylerken neler düşünmüştü kimbilir. Dost ve arkadaşlarının değerini takdir etme onun en büyük hususiyetlerindendi. Bu sebepten nereye gitse çevresinde bir ışıktan hâle oluşurdu. Fikirlerini anlattığı kişiler ona kopmaz bir bağ ile bağlanmışlardı. Bazıları onun bu özelliğinde ilâhi bir tılsım olduğuna inanırlardı. "Bu adam diğerlerine benzemiyor, bu adam bambaşka" derlerdi. Biraz evvel hapishane koridorlarını çınlatan gardiyanın sesini o da duymuştu. Fakat yorgun yüreğiyle birkaç dakikalık hasbihale bir bıçak gibi inen bu sesi duymamazlıktan gelmişti. Yüzünü hafif örtmüş sarığının taylasanını geriye itmişti. Ve ayağa kalktı. Artık ayrılık vakti gelmişti. Birkaç eşyasını bir çıkıya topladı. Sonra tek tek arkadaşlarıyla vedalaştı. Koğuşta bir yas havası esiyordu. Adeta duvarlardaki eskimişliğîn işareti çizikler ve yarıklar ızdırabtan parçalanmış ayrılırken pare pare olmuş gönüllerin dışa yansımasıydı. Herkes ağlıyordu. Abdullah'ın kartal bakışları da nemlenmişti. Bu nem tabakası biraz sonra billur damlalara dönüşecek ve solgun çehrede içteki ızdırab çizgilerinin bir İzdüşümü gibi ıslak İzler bırakarak, yanaklardan süzülecekti. Tek tek arkadaşlarına sarıldı. Onların gül gibi kokan bedenlerinde Cennet kokusunu alıyordu âdeta. Ya onlar Abdullah'ın göğsüne, yaslı başlarını koyunca nasıl ulvi ve mukaddes bir hisle kanatlanıyorlardı ma'nâ âlemine doğru siz düşünün. Adeta onun ışıktan bedenine dokunmak bile onlara bir miraç çizgisinde hareket ettikleri hissini veriyordu.

Gardiyan geldi. Büyük demir kapının kilidini anahtarıyla açtı. Kapı madeni bir gıcırtı sesinin koğuşlarda yankılanmasıyla yavaş yavaş açıldı. Koğuşun küçük penceresinden içeri sızan güneş ışığı kapıdaki yer yer görünen kir ve küfleri daha da açık ortaya döküyordu. Zaman zaman bir labirentten farkı olmayan koridorun duvarlarında çınlayan ökçe sesleri can sıkıntısından ileri-geri volta atan kabadayıların ayak seslerinden başka ne olabilirdi ki? Gardiyan kaba elleriyle Abdullah'ın iki ışık demetini hatırlatan bileklerine (bu alacakaranlık bir geceyi hatırlatan koğuşun loş havasında bile gümüşi rengiyle pırıl pırıl parlayan) kelepçeleri taktı. Abdullah'ın bileklerine hafif bir ağırlık çökmüştü. Fakat yüreğindeki hürriyet duygusuna inen darbe ve bunun ızdırabı daha ağırdı onun için. Gardiyanla beraber iki jandarma gelmişti. Jandarmalar vazifesine düşkün bir tavırla Abdullah'ı aralarına alıp "Haydi yürü" dediler...

Hapishanenin dar ve loş koridorlarından geçerken Abdullah kabrin de böyle dar, sıkı ve sıkıntılı olduğunu düşündü. Bir parça ışıktan mahrum bir labirent, bir dehliz... Fakat manevi ışığı olan insan için o loş koridor veya zindanlık mahpushane duvarları genişleyip bir ulvi âşiyana dönebilirdi.

Bir ara jandarmanın biri tüfeğini geriye doğru sırtına daha iyi oturması için itti. Ve göğsünü çaprazlama kuşatan meşin kayışı düzeltti.Bunları yaparken de gayet ciddî ve taviz vermeyen bir tavır takınıyordu. Hapishanenin dış kapısına geldiklerinde Abdullah'ın yüreğinde bir ferahlayış ışığı belirirken hemen onun ardından bu taze pırıl pırıl ışığı "Arkadaşlarından ayrılış sisinin" karanlık rengi örtüyordu. Ah, bu anda Abdullah'ın yorgun ve hüzünlü yüreğini bir görseydiniz. İçinde millet için akan kanlı göz yaşlarını, hapishanenin çizilmiş ve yarılmış duvarlarından daha perişan gönlünü bir görseydiniz!..

Dış kapıdan çıktıklarında Abdullah'ın dikkatini çeken havanın çok berrak oluşuydu. Gökyüzünde ipek elbiselerini giymiş beyaz, bembeyaz bulutlar dolaşıyordu. Ağaçların göğe en yakın dallarında oynaşan serçeler sanki günün güzelliğine kanat çırpışlarıyla alkış tutuyorlardı. Tabii ki bu Abdullah'ın olgun düşünce dünyasında yeni fikirlerin doğmasına sebeb oluyordu. Ağaçların yapraklan, kuşların kanatlan, güneşin ışıklan, suların kabarcıkları O büyük San'atkârı, yani asıl mimarı, ustayı alkışlıyorlardı. Abdullah'ı zaten bu düşünceler mutlu ediyordu. Yoksa bunca zulümlere, işkencelere nasıl dayanacaktı., nasıl haksız yere kollarına geçmiş bu kelepçelere tahammül edebilecekti. Hayatının en güzel yıllan sırf bir kaç vehim ve vesvesenin zalimlerin ruhlarında meydana getirdiği öldürücü fırtına ile perişan ediliyordu. Abdullah o anda "gayri ihtiyari" şairin dediği gibi "Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım" dedi ve bir "of çekti içten içe... Sonra şahin bakışlarını hedefte bir şeyler görüyormuşçasına kıstı. Sanki o an yerle gök bir çizgide toplanmıştı. Bu onun kader çizgisine ne kadar da benziyordu. Yürüye yürüye bir dağ yoluna girmişlerdi. Etrafta tek tük görünen cansız ağaçlar sanki Abdullah'ın yaslı bakışlarının dışta cisimleşmiş şekliydi. Dağın bu ince yolunda Abdullah ara sıra öten bülbül sesleri duyuyordu. Buna karışan karga ve saksağan sesleri yer yer bu sesleri bir bıçak gibi tam ortasından bölüyordu. Ara sıra kayalardan başını gösteren kertenkeleler bu üç kişinin ayak seslerini duyar duymaz kayboluyorlardı. Ak kayalar, kara kayalar, kınalı kayalar âdeta suya hasretti. Jandarmalar ara sıra alınlarında birikmiş, kaşlarına kadar gelip oradan tek tük damlalarla aşağı dökülmeye hazır terlerini elleriyle siliyorlar ve sanki bütün bu sıkıntılarına Abdullah sebepmiş gibi ona öfkeli bir şekilde yan bakıyorlardı. Bu böyle sürüp gitti. Bazı engebelerde yalpa yaparak, düz yerlerde ise düzgün bir şekilde yürüyerek ilerliyorlardı. Bir ara Abdullah güneşin ufka doğru eğilmiş olduğunu ve ikindi namazının geçmekte olduğunu farketti. Ve jandarmalara "ikindi namazı kılacağım, ellerimi çözün" dedi. Askerler hiç umursamadılar. Sanki bir sinek vızıltısı gibi geldi bu ses onlara. Abdullah sözünü tekrar etti "İkindi namazım geçiyor, lütfen kelepçelerimi çözün!" Jandarmalardan biri alaylı alaylı baktı ve dedi: "İkindi namazı için kelepçeleri çözmek mi? Sen şaşırdın mı kardeşim. Bize böyle bir şey emredilmedi. Vazifemiz seni diğer hapishaneye götürmek. Bundan başka bir şeye izin vermeye bizim selahiyetimiz yok. Hem zaten geciktik. Bir de senin için mi zaman kaybedelim?" Hep böyle söylerlerdi zaten, işlerine gelmeyen bir şeye hemen bir kulp bulurlardı. "Yetki, metki, kanunlar, vazife" kelimeleri kaçamak yapmak için sığındıkları sahte sığınaklarıydı onların...

Akşam güneşi ağaç yapraklarından süzülüyor ve yerde kınalı gölgeler oluşturuyordu. Bu kınalı gölgeler Abdullah'ın insanlık için kanlı gözyaşları döken ruhundan mı aksediyordu acep? Uzun zaman susuz kalmış toprak âdeta bulutlara hasretini duyurmak istermişçesine çıtırtılı sesler çıkarıyordu. Hasret.. o ne esrarlı ayrılıkları içinde gizleyen bir kelimeydi. Abdullah bunu KOSTURMA'daki hicranlı geceleri, hüzünlü günlerinden çok iyi bilirdi. Volga'nın hazin şırıltılarını içinde gizleyen yaslı geceleri çok iyi hatırlardı. Milletine, Vatanına, Dostlarına hasreti iplik iplik ruhuna ören o uzun geceleri Rusun ona verdiği acıyı, ızdırabı kendi vatandaşları bir-iki ayda ne yazık ki fazlasıyla ona tattı muşlardı. Bu nasıl dostluktu? Bu nasıl kardeşlikti? Aynı milletin evladı olduğu halde tıpkı bir cani gibi sürgünden sürgüne gönderiliyordu. Suç mu? Birkaç eser yazıp halkı imana, İslâm’a davet etmek, iyilik, güzellik duygusunu gönüllere nakış nakış dokumak, ümit ve inanç telleriyle motif motif örmek, yere düşmüş hakikat bayrağını tutup kaldırmak ve burçlarda dalgalandırmak için gayret göstermek!.. İnsanlara nur ve ışık yolunu göstermek ancak ve ancak yarasa-misâl kişiler için suç sayılabilirdi.

İkindinin koyu gölgesi yaslı yamaçlara yavaş yavaş çökerken Abdullah kolundaki kelepçelerin açılması için hâlâ jandarmalara dil döküyordu. Fakat jandarmaların kalbi yumuşama bilmiyordu. Kavis kavis yollan aşan bu üç kişiden ortadaki âbide misâli nur adam biraz ileride birden bire durdu. Jandarmalar Abdullah'a baktılar ve niçin durduğunu anlayamadılar. Abdullah şahin bakışını ufkun en koyu bölümüne sanki bir hançer gibi saplamış öylece duruyordu. Ellerini yavaş yavaş önüne uzattı. Gölgesi yolun sağ tarafındaki selviye benzer bir ağacın gölgesiyle birleşmiş âdeta bir minare gölgesi görünümüne bürünmüştü. Kolları o gölgeye bir şerefe silueti düşürmüş gibiydi. İşte o an, bu şerefe görünümlü noktadan belli belirsiz bir şey kopup düştü. İkindi güneşinin kanlı ışıklarıyla ateşten bir zinciri hatırlatan kelepçeler bir anda nasıl olduysa çözülmüş ve yere düşmüştü. Yerde tok bir ses çıkaran kelepçeler bir kaç kez yuvarlanıp küçük bir kayanın yanında tozlara bulanmış bir ölü yılan gibi Öylece duruyordu. Jandarmalar şaşırdılar. Adeta bu olay onları bir şok tesiriyle kendinden geçirmişti. Biraz evvel öfkeli ve hışımla baktıktan adama şimdi hayran hayran bakıyorlardı. Ona ''bizi talebeliğe kabul et" dediler. "Sizi serbest bırakalım" dediler. Hatta ve hatta "bundan sonra senin muhafızın olalım" dîye yalvardılar.. Fakat Abdullah "hayır!" dedi. "Ben namazımı kıldıktan sonra yine kollanma kelepçeyi takacak ve emredildiğiniz gibi beni hapishaneye teslim edeceksiniz." Abdullah ikindinin son zaman parçasında namaza dururken yukarılara doğru gök kuşağı gibi bir miraç arşiyesi çiziyordu. Bu ışık tayfı oradan tekrar yere ağıyor ve zaman ve mekan ötesi bir ilerleyişle son asrın insanına uzuyor ve onların dertli gönüllerine merhem, karanlık ufuklarına ışık, aydınlık, susuz dudaklarına bengisu, hayat iksiri oluyordu. Ellerini kaldırıp bütün fanileri ve onların meşguliyetlerini geriye iten Abdullah "Allahu Ekber" deyip namaza durdu.

İkindinin koyu gölgesini delip geçen bu ışık âbidesi akşam güneşinin gidiş çizgisine zıt bir ritimde âdeta duruşu, oturuşu katkısıyla bir ümit. azim, iman, ihlas tablosu çiziyordu. Askerler yaşlı gözlerle, onu seyrediyorlar ve içlerinde yanan yepyeni ışığın, altın şafağın tesiriyle ondan ayrılmamayı, namazı bitirdikten sonra tekrar ona talebe olma şerefine ermek için ikna edici sözler düşünüyorlardı...
Başlık: Ynt: Çözülen kelepçe
Gönderen: Rüya. - Temmuz 10, 2014, 11:51:59 ÖÖ
Emeğine Sağlık, Paylaşım İçin Teşekkürler gull
Başlık: Ynt: Çözülen kelepçe
Gönderen: Kuskün Çiçek - Şubat 26, 2017, 11:49:53 ÖÖ
 eys bravoo bravoo
Başlık: Ynt: Çözülen kelepçe
Gönderen: Özgür Kız - Şubat 15, 2018, 02:30:21 ÖS
 eys