»»-(¯`v´¯)-» İslami Dini ve Türk Tarihi »»-(¯`v´¯)-» > ..:: Türk ve İslam Tarihi ve İz Bırakanlar ::..

Direnişteki Diriliş Muştusu

(1/2) > >>

Fatih:
Namık Kemal'in edebî ifadeleri içinde; "Başı İstanbul'a yaslanmış, saçları Balkanlar’da dalgalanan, bir kolu Hz. Peygamberin (s.a.v.) diyarına uzanmış, öbür kolu Kerbela'ya el atmış, fakat göğsü Anadolu'da ve kalbi yine mutlaka Anadolu'da çarpan büyük ve mukaddes vücut." diye tasvir ettiği haşmetli Osmanlı Devleti tarih sahnesindeki rolünün son perdesini oynadığı zamanlardır ve düvel-i ecnebiye "amâl-i habise" sini gerçekleştirmek için şeytanı bile utandıracak entrikalar peşindedirler.

Çarlık Rusya'sı 1856 Kırım savaşı mağlubiyetinin acısını hazmedemediğinden, savaştan sonra Osmanlı Devleti'ni yalnız bırakmak için Batı ülkeleri ile yeniden sıkı ilişkiler kurmaya yönelmiştir. Ayrıca bilinen tarihî emellerine kavuşmak için de Osmanlı topraklan içinde yıllarca huzur içinde yaşayan Romen, Yunan, Sırp, Karadağ, Ulah ve Bulgarlara milliyetçilik duyguları aşılayarak, onlara gizliden gizliye silah ve eğitimci subay göndermek suretiyle, istediği hedefe yöneltmeye çalışmaktadır.

Bu iş kolay değildir ve zaman isteyecektir. General Çirnayef, 1877 de Bulgaristan'dan Çar'a yazdığı raporda aynen şunları söyleyecektir:

"-Burada hiç yoktan ordular meydana getirdim. Bu askerleri ölüme sevk ediyorum. Fakat bu insanları sendeleten bir engel var; Türklerin yaşayan hâtıraları! Ölümden korkmayanlar, bu hâtıralardan korkuyorlar. Yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım. Onlarda herhalde bir sihirbaz zekâsı var. Bir değil, birkaç istila bile, onların iliklerine işleyen gizli üstünlüklerini yıkmaya bence kâfi gelemeyecektir."
Sultan Abdülhamit dâhice politikası neticesi Balkan milletleri arasındaki olan kilise kavgasını sürekli ayakta tutarak bu kavimler arasındaki husumet ve sürtüşmeyi canlı tutmasına mukabil, ittihatçılar bu müzminleşmiş meseleyi büyük bir hamakat eseri olarak 3 Temmuz 1910 da çıkardıkları "Kiliseler kanunu" ile çözerler ve böylece Rum, Bulgar ve Sırpların Osmanlı'ya karşı ittifaklarının kapısı açılmış olur.

Said Paşa Kabinesi Balkan ittifakına inanmamaktadır. Hatta o kabinenin Sofya sefirliğinden getirilen Hâriciye Nâzırı Asım Bey büyük bir gaflet içinde Meclis-i Meb'ûsan'da kürsüye çıkıp : "Balkanlar'dan imânım kadar eminim." nutku çekerek te'minat vermektedir.

Gafletler birbirini kovalamaktadır. Sırbistan'ın Avrupa'dan satın aldığı toplan Avusturya hükümeti kendi topraklarından geçirtmediği halde biz izin veririz ve Selanik Limanı'na inen silahlar buradan Sırbistan'a taşınır. Sanki kendi elimizle kendi sonumuzu hazırlamaktayızdır.

Ve gafletin arkası kesilmez; Said Paşa kabinesinin istifasından sonra işbaşına gelen Muhtar Paşa hükümeti, Balkan ittifakını el altından hazırlayan Rusya'nın, harp olmayacağı hakkında Hariciye Nâzın Noradungiyan Efendi'ye (ki sonradan Osmanlı'ya ihanet ettiğinin vesikaları bulunmuştur.) verdiği sahte teminata aldanarak Rumeli'deki yüz yirmi tabur iyi eğitimli askeri terhis ediverir.

Artık şartlar hazırdır. 1911 de İtalyanların Trablus'a saldırmasıyla başlayan İtalyan Savaşı, Balkan devletlerine aradığı fırsatı verir.

Savaşa ramak kalmıştır ve Balkan devletleri daha şimdiden toprakların paylaşımı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bu türlü ihtilaflarda da Çar'ın yüksek hakemliği taraflarca kabul edilince 1912 Mart ve Mayıs ayları içinde Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ aralarındaki anlaşmayı tamamlarlar.

8 Ekim 1912'de Karadağ'ın Osmanlı Devletine harp İlan etmesiyle bir anda kendimizi gerekli hazırlıklarımızı dahi tamamlayamadan savaşın içinde buluveririz.

Tarihe Balkan Savaşları diye geçen ve yüzlerce sene hakimiyetimiz altında kalan koca coğrafya parçasının, ecdad yadigarı nice medeniyet eserlerinin ve milyonlarca dindaşımızın yâdellere terkedilişinin yürekler dağlayan hazin dramı da böylece başlamış olur.

Koca Osmanlı, bu savaşın sonunda Muzaffer Ozak'ın; "Karlara elinizi soksanız atalarımızın, şehit ecdadımızın saçları dolanır parmaklarınıza." diye belirttiği Rumeli topraklarında 158 ilçeyi içine alan 33 sancağını kaybeder ve nice yüzyıl Avrupa'yı rüyalarında korkutan Devlet-i Âliye, dört yeni yetmeye onur kırıcı bir şekilde mağlup olur.

BOZGUN
Savaş ilanı, Bulgaristan'da Kral Ferdinand'ın bütün ülkede duvarlara yapıştırılan ilanlarıyla bildirilmekte ve halka, Salib’in Hilal’e karşı yeni bir Haçlı Seferi başlattığı Edirne'nin işgali sırasında bir bayram kutlama kartı müjdesini vermektedir.

Bir botanik uzmanı olan Ferdinand, "İstanbul'u alacağım ve minnet borcu olarak Çar'a hediye edeceğim." diye küstahça konuşmakta ve Başbakan Gesov'a çektiği telgrafta, orduya olan güveninin tam olduğunu belirterek; "Bulgar ırkının ebedî düşmanını kesin olarak imha edeceği inancını taşıdığını" söylemektedir.

Osmanlı ordusu stratejik bir baskına uğramıştır. Ordunun en önemli ve yetişmiş er kadrosu terhis edildiğinden devlet gafil avlanmıştır. Üstelik ordudaki subaylar.. ittihatçı, ve itilafçı görüşler sebebiyle birbirlerine karşı gruplar oluşturmuş, ve milli bütünlük zayıflamıştır.

Askerin başında savaşa giden padişahlar da çoktan mazide kalmıştır. Başkomutan vekili ve Harbiye Nazın Nazım Paşa, harekatı İstanbul'dan idare etmekte ve toz pembe rüyalar görmektedir. İki hafta içinde Sofya'ya girileceğini tahmin ettiği için, Türk subaylarının Sofya'ya geçit resminde gerekecek olan tören üniformalarını, da beraberinde bulundurmalarını emretmektedir.

Osmanlı Ordusu şark ve garp diye ikiye ayrılmıştır. Bulgar ordusunun yarısı kadar olan, acemi ve ikmalsiz Osmanlı Şark ordusu hırslı Bulgar ordusu karşısında dayanamaz, Çatalca hattına kadar çekilir.

Hadise Avrupa siyasi mahfillerinde şaşkınlık meydana getirir. Kimse böyle bir sonuç beklememektedir.

Kamil Paşa, Sultan Reşad'a birkaç hafta müddetle Bursa'da istirahat buyurmasını, Çatalca'dan gelen top seslerinden rahatsız olacağını(!) bildirir. Padişah: "Bu saraydan ancak benim cesedim çıkar Paşa !" diyerek reddeder.

Garp ordusu da dağılmıştır. Bozuk düzen geri çekilmektedir.
Bu arada Sultan Abdulhamid Selanik'te göz hapsindedir ve üç buçuk yıldır gazete bile verilmediği için hiçbir şeyden haberi yoktur. Düşman yaklaşınca mecburen kendisine haber verilmek zorunda kalınır.

Gerisini muhafız komutanı Kolağası Rasim Celaleddin Bey'den dinleyelim:
"Zat-ı hümayununuzu rahatsız ettim, beni mazur görünüz, dört düvelle harp halinde olduğumuzu söylemem gerekiyor!.. deyince Sultan hayretle:
-Dört düvelle mi? Kim bunlar Rasim Bey? Hemen Allah orduyu hümayuna nusret kuvvet versin! İnşaallah zafer bizimdir?.. diye sordu,
Rasim Bey başını yere eğmiş ağlayacak gibi konuşuyordu:
-Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’la hakanım. Ve maalesef yenilmek üzereyiz. Sultan:

-Dört düvel birleşirse haberimiz olmaz mı Rasim Bey? Bu nasıl gaflettir, Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası, var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz? diye sordu. Rasim Bey:
-Kiliseler kanununu çıkararak Meclis-i Meb'usan ve Ayan bu ihtilafı halletti. Başımıza bu işlerin geleceğini kim bilebilirdi ki? Selanik bu gün yarın düşmek üzere ... Sizi İstanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım, dedi.

Buna çok üzülen Sultan Abdulhamid Han, büyük bir öfke ile:
-Bu. ne siyasî gaflettir! Haydi ittifak ettiler, bu ittifak müzakereleri ve muahedeleri naşı! haber alınamadı? Elçilerimiz, ateşelerimiz ne iş yaparlar? Cenab-ı Hak bu hallere sebep olanları "Kahhar" ismiyle kahretsin.

-Rasim bey! Rasim Bey!. Selanik demek İstanbul'un anahtarı demektir. Ordumuz nerede? Askerimiz nerede? Nasıl bırakıpta gidilir? Bırakıp ta gidersek tarih ve ecdad bizim yüzümüze tükürmez mi? Biraderim Hazretleri buranın tahliyesine razı oldu mu?.. Hayır ben razı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker ve evlatlarımla beraber Selaniği ben son nefesime kadar müdafaa edeceğim." dedi.
Fakat Sultan Reşad'ın selamı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olarak padişahın iradesine boyun eğmek durumunda olan Abdulhamid Han, İstanbul'a nakledilmeyi kabul etmek zorunda kalır.

Ulu Hakan'ın. Selanik'te 3 yıl 6 ay 3 gün süren mecburi ikameti içinde İmparatorluk Bulgaristan ve Doğu Rumelini, Bosna-Hersek ve YeniPazar'ı, Libya ve Kuzey Çad'ı, Girit, Rodos ve Oniki ada'yı, Makedonya'yı, Arnavutluk'u, Epir'i, Trakya'yı kaybetmiştir. Dâhi Sultan'ın tahttan indirildiği zaman İttihatçılar için söylediği: "İmparatorluğu on yıl idare edebilerlerse, bir asır idare ettik diye öğünsünler!'" sözündeki keramet çıkar..Zira daha ancak 4 yıl geçmiştir. Fakat biz bu siyasî dâhiyi anlayamamışızdır. Anlayamadığımız gibi iftira çamuruna bulandırıp kirlettiğimiz bu pırlantamızın değerini başkaları bizden çok iyi bilmektedir. Dönemin İngiltere Hariciye Nazırı Sir Edward Grey siyasî hayatı boyunca hasmı olduğu bu dâhi için ölümünden sonra şöyle diyecektir: "Ne büyük kayıp! Hasmımdı ama onun ölümü ile diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti."

EDİRNE'DE YÜZAKIMIZ BİR DADAŞ
Serhat şehrimiz Edirne kuşatma altındadır; Çatalca cephesinden top sesleri İstanbul'dan duyulmaktadır. Yabancı devletler gemi gönderip asker çıkartarak Dersaadet'deki mensuplarını koruma tedbirleri alırlar. Osmanlı buna izin vermek zorunda kalır.

1913 kışı, kapkara, felaketli bir kıştır, İstanbul tarihinin en acı günlerinden birini yaşamaktadır, Bütün Türk milleti matem içindedir ve Müslüman dünyası kan ağlamaktadır. Güney Afrika'dan gönüllü mücahitler, Hindistan Müslümanlarından da para yardımı ve gönüllü doktorlar gelmiştir. Ordu mağlup bütün vatan yaslıdır..
Sadrazam Kamil Paşa müttefikimiz (!) Alman imparatorundan ateşkes için aracılık yapmasını isleyince tokat gibi bir cevap gelir : "Kamil Paşa neredeyse yüz yaşına, girecektir. İstediği gibi ölebilir, ama Ferdinand, Bizans'ın hâkimi olacaktır."'Aslında şaşıracak bir şey yoktur. Batılı her zamanki çirkin yüzünü yine göstermiştir. 3 Aralık'ta fevkalade ağır şartlar, altında ateşkes imzalanır. Bu anlaşmaya göre, Osmanlı, kuşatma altında olan Edirne'ye iaşe yardımında bulunmayacak, fakat Edirne istasyonundan geçen trenler Bulgar ordusuna silah ve mühimmat götürebileceklerdir. Çar nâçar askerimizi göz göre göre açlığa mahkum etmek durumundayızdır.

Ateşkesten kısa bir süre önce de Edirne Müstahkem Mevki komutanlığına eski Koçana Örfü İdare Başkanı Topçu Feriği (Tümgeneral) Erzurumlu Mehmet Şükrü Paşa atanmıştır Haber şehirde manevî bir hava oluşturarak halkı sevince boğar.

12 Ekim'de Edirne'ye gelen Şükrü Paşa, ilk iş olarak kaleden dışarıya her türlü ikmal maddelerinin çıkarılmasını yasaklar. Çünkü kalede ancak iki ay yetecek kadar erzak vardır. Bu arada civar köyler akın akın kaleye sığınmak üzere gelmektedir. Şükrü Paşa İstanbul'dan yiyecek gelmesinin şüpheli oluşu ve sabotaj ihtimalinden korktuğu için bunları kaleye kabul etmek istemese de, açıkta kalan mazlumların Bulgarlar tarafından katliama maruz kalacağı endişesiyle kabul eder.

Hafız Rakım Ertür köylülerin içler acısı durumunu hatıralarında şöyle dile getirmektedir,: ".... Köylünün göçü bu gün daha da fazlalaşmıştı. Kendilerine sordum: Niçin kaçıyorsunuz? Bulgar süvarilerinin geldiğini ve köyleri yaktığını söylüyorlardı. Perişan haldeydiler. Hallerinden yine de şikayet etmiyorlardı. Çünkü ümitleri vardı. Bazıları diyordu ki; -Göç bize Efendimizden (sav) kalmıştır. (Ne güçlü bir iman, inanç ve güven içinde huzurlu teslimiyet.)"

ZOR GÜNLER
Bulgar taarruzları olanca hızıyla sürmekte ve kahraman müdafiler de cesaretle karşılamaktadırlar.

4 Kasım'dan itibaren 9 gün süngü süngüye çarpışılır ve düşman askeri, istihkâmlardan geri püskürtülür. Hele son 36 saat hiç durmaksızın, gırtlak gırtlağa devam eden kanlı bir muharebe sonunda 2000'e yakın şehit ve yaralı veririz.

Demiryolları Bulgarlar tarafından işgal edildiğinden İstanbul'dan hiçbir ikmal gelmemekte ve sıkıntı giderek had safhaya ulaşmaktadır. Şükrü Paşa bir bildiri yayınlayarak halkın kuvve-i maneviyesini canlı tutmaya çalışır: "Kalemiz bin top değil, onbinlerce topa ve yüzbinlerce askere karşı koyacak ve aylarca savunacak bir durumdadır. Kan dökmek isteyenler, bunun ne kadar pahalıya mal olduğunu Hakk'ın yardımıyla az zamanda öğrenceklerdir. Müstahkem mevki, ahaliden sükûnet ve sabır bekler."

Bu arada Bulgarlar da boş durmuyor, uçakla Edirne üzerine attıkları bildirilerde; "Bizim savaşımız, Müslümanlara karşı değil, o gaddar, zalim,, merhametsiz devlet yöneticilerine karşıdır. Gayemiz Balkanlara barış, düzen ve yeni bir yönetim getirmektir. Bulgar askerleri İstanbul'a bir-iki saatlik uzaklıktadır. Artık Edirne'ye hiçbir yerden yardım gelemez. Şehrin karşısında bin tane Bulgar top bulunuyor. Teslim olmazsanız Edirne tümüyle harab olur." diyerek halkı teslim olmaya, çağırmaktadır.

17 Aralık 1912 de ateşkesle birlikte sulh için toplanan Londra konferansında Osmanlı Devleti her zaman olduğu gibi masa başında yine yalnız bırakılmıştır. Öte yandan eğer anlaşma sağlanamazsa harp yeniden başlayacaktır. Düvel-i Muazzama Edirne'nin Bulgarlara verilmesinde ısrar etmektedir. Osmanlı heyeti ise sınırın Meriç nehrinden geçirilmesini ve Edirne'nin kesinlikle Osmanlı arazisi içinde kalmasını ısrarla istemektedir.

Fakat Ocak 1913 ortalarında baskılar artınca bunun kabul edilmek zorunda kalınacağı anlaşılır. Bu haberler Edime halkı arasında da yayılınca Şükrü Paşa, Hükümete askerlik ve şeref tarihine, geçen şu telgrafı çekmek zorunda kalır: " Edirne gibi dünyanın en müstahkem mevkiinden ma'dud(sayılı) bir şehr-i mukaddesi, den'i ve hunhar bir düşmana teslim edecek, alçak bir kumandan şanlı Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Bu cinayeti ben de irtikap etmeyecek son neferi kendi tabancama, kendimi de son kurşunuma tevdi edeceğim. Şehirde imkan-ı mukavemet kalmadığını görünce muhasara altında bulunan aciz çocukları ve kadınları, konsolosların ellerine birer beyaz çarşaf vererek, onların himayesine tevdian şehirden çıkacağım. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bunları da onların medeniyet gözleri önünde isterlerse imha etsinler. Ba'dehu toplarımı meşhur-ı alem mebani(binalar) ve emakin-i muazzezimizle(aziz yerlerimizle) Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehrimizi ateşelere boğarak harebezara döndüreceğim. İçinde ateş, dışarda ölüm içinde kalacak kahraman askerim işte o zaman velev ki muhasımlarım bir milyon olsun, onu yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veyahut mukaddes payitahtımın ecdadını şanla terk edecektir."

Durum böyleyken 23 Ocak'ta Bâb-ı Âli Baskını olur. Kamil Paşa
Fransızlar tarafından Şükrü Paşa'ya verilen Altın Kitabın resimde görülen mukaddimesinde şöyle denilmektedir:
"Her taraftan tehdid altında kalan devletiniz en çaresiz musibete mahkum gibi göründüğü sırada siz baş kaldırınca hayretler içinde kalan dünya, böyle evlatlar yetiştiren bir ırkın damarlarında kendisine feyyaz bir İnkişaf te'min edecek bir kan bulunması zaruri olduğunu i'tirafa mecbur oldu."

"Paşa! Siz dünyanın üstünden ulvi bir lerze geçmesine sebeb olduğunuz için, bütün dünyanın size bir minnet borcu var. İşte bundan dolayı, düşman eline sağ geçmiş olmaktan mütevellit büyük acınızın içinde eğer size teselli verebilecek bir söz ve kalbinize kuvvet verecek bir işaret tasavvur edilebilirse, hayranlarınız şimdi size işte o teselli ile o kalb kuvvetini vermek İstiyorlar."

kabinesi düşürülerek Mahmut Şevket Paşa kabinesi kurulur. Yeni hükümet Londra Konferansı'nda ileri sürülen tekliflere şiddetle karşı çıktığından görüşmeler kesilir. Başkomutanlık 26 Ocak 1912 günü Edirne kalesine gönderdiği haberde, "Bağdaşık devletlere karşı elde edilecek siyasî başarının Edirne'nin olabileceği kadar çok mukavemet etmesine bağlı bulunduğunu" söylemektedir. Bu haberden üç gün sonra da, Müstahkem Mevki Kumandanı Şükrü Paşa'nın rütbesi üstün basarılarından dolayı Birinci Ferikliğe yükseltilir.

Çatalca'dan çekilen askerlerin katılmasıyla da iyice güçlenen Bulgarlar ateşkesin bitmesiyle birlikte cehennemi bir ateşle şehri dövmeye başlarlar. Yanmadık, yıkılmadık yer kalmamıştır.

SÜPÜRGE TOHUMUNDAN LOKMALAR
Açlık had safhadadır. Askerin tayını her gün küçülmektedir. Ekmek 450 grama inmiştir, tuz da 20 grama. Salamura suları ve tuzlu toprakların yıkanmasından elde edilen tuzlu su kullanılıyor idi ise de hiç bir zaman ihtiyaca yetmemektedir. Ekmek değişikliğe uğraya uğraya küçülür, siyahlanır. Ve sonunda süpürge tohumu ve kuş yemi ekmeğe girer.
Asker sıkıntıya katlanmaya hazırdır. Yeter ki vatan sağ olsun. Erat arasında daha önce Yemen savaşlarında bulunanlar vardır. Birbirlerine deri emerek yedi ay savaştıklarım anlatmaktadırlar.

Halkın durumu da ayrı bir perişandır. Askerî hayvanlar her gün kesilmekte, beygir etleri polis karakolları aracılığı ile fukaraya dağıtılmaktadır. Kasaphaneye gönderilen hayvanların kuyrukları ve yeleleri tamamen yok olmuştur. Çünkü açlıktan zavallı hayvanlar birbirlerinin kuyruklarını ve yelelerini yemişlerdir.

Şehirdeki Türk olmayan unsurlar da kalenin durumunu ve Bulgar topçusunun ateş yönünü yazdıkları kâğıt parçalarını şişelere koyup nehre atarak casuslukta bulunmakta ve yiyecekleri saklayarak yüksek fiyatla gizlice satmaktadırlar.

Bütün bu olumsuzluklara bir de soğuk eklenince içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. Kış çok şiddetlidir. Kar fırtınası askeri ve halkı kasıp kavurmaktadır. Öyle ki kısa zaman içinde 2115 kişi soğuktan donmuştur.

Bulgarlar, kale komutanı Şükrü Paşa'ya teslim olması için gönderdikleri habere Paşa'nın cevabı sanki suratlarına tükürük gibidir: "Edime şehrinin kan ve ateşlere boğulması, yüz binlerce topun yapılanınızı, istihkamlarımızı mahvetmesi, yakılması, açlığın harabiyeti velhasıl içeride ateşin, dışarıda ölümün Şiddeti, imdatsızlığın ümitsizliği kaleyi teslime razı edemez. Değil kumandanların, kendi kılıcımın kabzası, kumandanınızın galip eline, ucu sineme dayanmadıkça şehrin teslimi, zaptı mümkün değildir. Bu imkânın husulüne kati karar ile karar verdiğimi kumandanınıza tebliğ ediniz."

MİLLİ MATEM
Payitaht, Şükrü Paşa'dan kaleyi bir ay müdafaa etmesini istemiştir. Şanlı ihtiyar ise tam beş aydır askeriyle süpürge tohumu yiyerek kaleyi muhafaza etmektedir. Fakat cephane de bitmiş yapacak bir şey kalmamıştır.

Bulgarlar, ne kadar dayanırlarsa dayansınlar dışarıdan imdat kuvveti gelmedikçe, savunmanın da sonunun geleceği iyi bilmektedirler. Subaylarımız kalenin eninde sonunda düşeceğini, bu güzel şehrin Bulgarlar'ın çamurlu çizmeleriyle çiğneneceğini hayal ettikçe çıldırmaktadırlar: Uykusuzluk, yorgunluk, gıdasızlık ve hastalıklar askeri, kuvvetten düşürmüştür. Buna rağmen, saldıran düşmana karşı aynı şiddette hücumda bulunulmakta ve borazanlar ard arda ateş ve süngü hücumu çalmaktadır. Dalga dalga gelen Bulgar hücumlarına insan üstü bir gayretle karşılık verilmektedir. Harp sahası cesetlerle dolmuştur. Allah...Allah... nidalarıyla saldıran askerler eriye eriye yok olmaktadır. Bütün mevziler yavaş yavaş elden çıkmaya başlamıştır.

Ve Şükrü Paşa içi kan ağlaya ağlaya teslim olur. Öyle mahzundur ki hadiseyi tarafsız gözlemci Fransız gazetecisi Gustave Babcin' in kaleminden takip edelim. "Ertesi gündü; Gar, Bulgar askerleri, yaralılar ve subaylarla dolu idi. Herkes elde etmek istedikleri Edirne'yi kendilerine tam altı ay bırakmayan bu süt sakallı kahramanı görmek emelindeydi. Birden bire bu seyirci kalabalığının içinden bir kin ve hiddet vaveylası yükseldi. Bağırıyorlardı. Kendilerine Edirne'yi pek pahalıya mal eden bu yaşlı askeri protesto etmek istiyorlardı. Mahzun Paşa kendisine ayrılan vagona adeta yıkılırcasına girdi. Subaylar selam durmuşlardı. Sonra kompartımandaki koltuğa çöktü. Hıçkırarak ağlıyordu. Baktım Sofya'ya kadar bu muhteşem kumandan ağladı. Bembeyaz sakalları ile tezad halindeki yağız çehresinden süzülen her damla, savaş alanında akıttığı kan kadar azizdi."

İki gün sonra Şükrü Paşa, Kral Ferdinand ile karşılaşır. Kral büyük düşmanını gördüğü zaman ayağa kalkar. Şükrü Paşa'yı yanındaki koltuğa oturtmadan önce yaverin elinde tutuğu kılıcını alır ve Paşa'ya :" Bir yanlışlık olmuş" der. "Teslim anında kılıcınızı da vermişsiniz. Sizin gibi bir askerin kılıçları alınmaz. Şeref dolu bir savaş sayfasına imzanızı attınız. Kılıcınızı lütfen kabul buyurunuz. Sizi ağırladığım ve inanılmaz savunmayı gerçekleştiren sizin gibi bir askerle dövüştüğüm ve şimdi de beraber olduğum için gurur duyuyorum."

Edirne düşmüştür. Osmanlı devletinin üçüncü başkenti Bulgarların ve Sırpların eline geçtiği anda Hıristiyan ahali ve işgal kuvvetleri askerleri sokaklarda; "İkinci ba'su ba'del mevt, İsa'nın dilediği gibi Edime yeniden Hıristiyan oldu, "çığlıkları ile dolaşmaktadırlar.
Daha sonra olanları yine 3661 sayılı 26 Nisan 1913 tarihli Illustration gazetesinden izleyelim:

"-Edirne'ye giren Bulgar süvarileri arasında insan dili ile anlatılması güç şirretlikler ve heyecan çemberi oluşturmuştu. Musevi, Rum veya Ermeni milleti daha düne kadar Türklerin ayaklarına kapanırken, şimdi çığlıklar, feryatlar ve haykırışlarla yeni çarlarını selamlamakta geç kalmak istemiyorlardı.

Kral Ferdinand'da Mustafa Paşa istasyonuna girdiğinde trenden inmeden evvel ayağının dibine, konan bir Türk mavzerine basarak şehre girmişti.

Bulgarlar Edirne'nin işgalinin birinci gününü kutlama ve eğlencelerle geçirmişlerdi. İkinci gün tarihi bir uyanışa şahit oldu. Tek kelime ile korkunç bir uyanış!... Bulgarlar avlarını ellerine geçirmişlerdi. Ama bu "Delice savunma"yı onlara pahalıya ödetmek niyetinde idiler. Tam üç gün şehri yağma ettiler. Taşınabilecek ve çalınabilinecek bir şey kalmayınca kadınlara ve küçük kızlara tasallut başladı. Edirne baştanbaşa bir feryat şehri olmuştu. Kadınların ve kızların daha sonra yaptıkları tek şey, feryat etmeden, bağırmadan ve inlemeden intihar etmeleri idi. Yağma edilen evlerin kapılarında birdenbire, tebeşirle çizilmiş haç işaretleri belirmişti. Sonradan anlaşıldı ki, bu işaretler yağma edilecek evde alınacak mal,ırzına geçilecek genç kadın kalmadığını yeni gelenlere haber veriyordu. Kısacası vakit kaybetmek istemiyorlardı."

Bu içler acısı hadiseler günümüzün düşünen kafalarına iman ve küfür muvazenelerini tedai ettirmeli değil midir? Bir tarafta emperyalist gayelerle girdikleri her yeri tepeden tırnağa yağmalayıp kurutan ehli küfür, diğer tarafta ila-yı kelimetullah için fethe gittiği yerlerde yediği üzümün parasını asma çubuğuna asan ehli iman:..

Şükrü Paşa'nın direnişi gerçek bir destandır. Dünya umumi efkârı onu konuşmaktadır. Bundan dolayı Fransızlar kendi milletleri namına bir "şeref kılıcı" ve binlerce imza dolu bir "Altın kitap" armağan ederler.

Peki, biz ne yaparız Aziz Paşamıza? Yapılabileceklerin en utandırıcılığını... İttihat ve itilafçılık mefkûreleriyle ikiye bölünüp parçalanmış sevgili vatanımızda hased ve şahsî kıskançlıkların alabildiğine azması neticesinde 6 aylık bir esaretin sonunda Türkiye'ye dönen ünlü askere yapılan muamele :"Paşa, halk seni linç edecek" uydurması ile halkın teveccühünden kaçırmak için hudutdan itibaren perdeleri inik bir vagonla ve Sirkeci garından Şişli’deki evine kadar da kapalı bir faytonla getirilmek ve tekaüd edilmek olmuştur.

Aziz Paşamız daha sonraları kendisine yapılan bu kötü muamelenin sebebini İsmail Hami Danişmend'e daha sonraları şöyle anlatır ki bizim için ibret doludur:"Harbin başında hükümet benden bir aylık mukavemet taleb etti. Ben tam 155 gün mukavemet ettim. Fakat buna rağmen, İttihat ve Terakki hükümeti beni derhal emekliye sevk etti. Ve menkup(rütbeleri alınmış) yaşattı. Bunun çok acı bir sebebi vardı. Harbin başında hünüz Edirne muhasarası başlamadan evvel. İttihatçılardan eski dahiliye nazırı Talat bey, gönüllü nefer yazılıp, Edirne'ye gelmişti. Maksadı askerlik etmek değil, askeri ifsad etmekti.

Talat Bey fırsat buldukça Askeri harp etmemeğe teşvik ediyor ve bilhassa Anadolu efradına. Rumelinin kendi vatanları olmadığından bahsediyordu. O sırada düşman ordusu ilerlemekle ve Edirne muhasaraya düşmek üzere idi. Tabii böyle bir fesada tahammül edemezdim. Talat Bey'i çağırttım. Bu hale bir dakika bile tahammül edemeyeceğimi, Edirne'de kaldığı takdirde kendisini maazallah idam ettirmek mecburiyetinde kalacağımı ve böyle bir mecburiyette kalmak istemediğim için, o günkü trenle derhal İstanbul'a hareket etmesini emrettim. Tabii çekildi gitti. O gitti ama Merkez-i Umumi azasından Dr. Bahaeddin Şakir, Hilal-i ahmer(Kızılay) müfettiş sıfatı ile Edirne'de kaldı. Talat'ın propagandasına devam eden bu adamı idam ettirmemek için çekmediğim kalmadı. Muhasaranın sonlarına doğru bir gün bana gelip, Sultan Selim Camii'nin düşmana teslim edilemeyeceğinden dem vurarak dinamitle havaya uçurulmasını teklif etti. Kendisine Edirne Üzerindeki muhteşem Türklük ve Müslümanlık damgasının imhasının tarihe bir ihanet olacağını ve Edirne'nin her halde Bulgar hakimiyetinde kalamayacağını söyledikten sonra bir daha vazifesinden başka birşeyle meşgul olmamasını ihtar ederek def ettim. İşte benim menkubiyetime bu Talklarla, Bahaddin Şakirler sebep oldu. Onlar ordumuzun bîr an evvel mağlup olmasını ve mağlubiyeti yüzünden muhalif hükümetin bir an evvel sükutunu istiyorlardı. Fakat unuttukları bir şey vardı; benim asker olduğumu unutuyorlardı."

İhtiyar Arslan Edirne müdafaasında sürdürdüğü sefalet hayatı neticesinde yakalandığı müzmin bir siyatik hastalığının tedavisi için gittiği Bursa kaplıcalarında zatürreeye yakalanır ve avdetinde 5 Haziran 1916 da evinde ruhunu Rahman'a teslim eder.

Ölünceye kadaf menkup(düşürülmüş) ve ruhen muzdarip yaşayan Şükrü Paşa'nın kadir ve kıymeti adeta musalla taşında anlaşıldığından, Alman, Avusturya ve Bulgar kıtalarının da iştirakiyle büyük bir kalabalığın yollara taştığı milli cenaze merasimi yapılır, nâşı, zamanın padişahı Sultan Reşad tarafından yaptırılan Mevlanakapı'da, Merkez Efendi Mezarlığındaki mütevazi kabrine defnedilir.

Ruhun şâd olsun aziz Paşam!

KAYNAKLAR
1. Bardakçı, İlhan; Tarihten Bugüne. Hüble yay. İst/1983
2. Dânâ, Sadık; İslam Kahramanları-2. Erkam yay. İst/1990
3.Danişmend, İ.Hami; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi-4. Türkiye Yay. İst/1972
4.Demirkutlu-Erhan; "Balkan Harbinde Şükrü Paşa ve Edirne Müdafaası". Türk Dünyası Tarih Dergisi. Temmuz/1987
5.Kazancıgil, Yrd. Dr. Ratip; Balkan Savaşında Edirne Savunma Günleri. Edirne Arş. merkezi yay. Kırklareli/1986
6.Köseoğlu, Nevzat; Türk Dünyası ve Medeniyeti Üzerine Düşünceler. Ötüken Yay. İst/1990
7.Masor, Dr. İlhami; Bir Ömür Boyunca. Boğaziçi yay. İst/1974
8.Öztuna, Yılmaz; Rumelini Kaybınız. Ötüken yay. İst/1990

Özgür Kız:
 cgp

RaNa:
alkiss gull alkiss yarisina kadar okuya bildimm :(

Aysun.:
 cgp

Özge:
 cgp

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Beğenirken ederken bir hata oluştu
Beğeniyor...
Tam sürüme git
Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek